Klasik bir günümü büyük yazarlar
gibi yazacağım ben de. Bulunduğum ortamı betimliyim, böyle teşbihler falan
yapayım. Ne bileyim ararsanız kinayeler, mecaz-ı mürseller bulursunuz belki.
Cam kenarındaki koltuğuma oturmuş
kahvemi yudumluyorum. Nerelere bastığını bilmediğim o pis ayaklarıyla geldi
üstüme kondu bir sinek. Kovaladım. Evde bir tur atıp geliyorum dercesine uzaklaştı.
Bir hamsterın kafesindeki çarkta
koştuğu gibi sitenin bahçesinde tempolu yürüyen bayanlar da sanırım dokuzuncu
turlarını tamamladılar. Bir sokak kedisiyse verilen yüz binlerce liraya inat (eski
parayla yüzlerce milyar) lüks bir arabanın kaputuna yatmış yalanıyor.
Bense artık söz verdiğim arkadaşıma gitmek
için giyinip evden çıkmalıyım. Kalktım, üstüme bir tişört geçirdim. Bu
tişörtler de zayıf olduğum için, mağaza vitrinindeki mankenlerde durduğu gibi
durmuyor hiç üstümde. Sanki daha çok çalıya çamaşır atmışsın gibi işte.Kurusun
diye..
E şimdi eli boş da gidilmez tabi.
Bir şeyler almak lazım. Bir hediyelik eşya mı yoksa yenilebilecek bir şey mi?
Çok düşünmeye gerek yok açıkçası. O sırada arkadaşım da ben de bekar hayatı
yaşadığımız için karın tokluğuna yönelik bir şey almak daha mantıklı. Hediyelik
eşya alacak olsaydım tercihim kesinlikle milli hediyemiz olan borcam olurdu. O
borcam nasıl bir şeydir öyle. Eminim, özellikle bütün bayanlar bilir; ülkede
acayip bir borcam sirkülasyonu var. Ama fabrikalar kesinlikle üretmiyordur
artık onu. Çünkü herkesin evinde üç beş tane var. Onlar sürekli başkalarına
götürülüyor. Hatta sizin hediye ettiğiniz bir borcamın birkaç yıl sonra, kutusu
hiç açılmamış halde size hediye olarak geri dönmesi kuvvetle muhtemel.
Borcam almamaya kesin olarak
karar verdikten sonra mütrobüse bindim. Ama nasıl bindim. Burada şunu tekrar
anladım ki Türk vatandaşlarındaki analiz yeteneği kimsede yok. Kendimden
biliyorum yani. Metrobüse biner binmez boş koltuklarla karşılaşan vatandaş önce
kendini darı ambarında sanır ama acele etmezse bir tane bile yiyemeyeceğini
bilir. Hemen başını bir sağa bir sola çevirerek metrobüsün fotoğrafını çeker (Bu
hareketi bir kereden fazla yaparsa artık çok geçtir. Trafik kurallarında
öğrendiğiniz, karşıdan karşıya geçerken, önce sola sonra sağa sonra tekrar sola
yanlıştır, unutun onu) Ve saliseler içinde diğer kapıdan binen ve arkasından
gelen yolcuların hızıyla boş koltuklara olan mesafesini analiz eder. (Sürekli
binenlerin rüzgarı bile hesapladığı bilinir.) ve bir tanesine yönelir. Şanslı
değilse sandalye kapma oyununda olduğu gibi müziğin kesilmiş olduğu gerçeğiyle
karşı karşıya kalır. Gerçi bu oyunda sandalye sayısı oyuncu sayısından bir
eksiktir. Şoförün oyunu ‘kendi adına’ daha eğlenceli hale getirmek için
insafsızca davrandığını bile düşünebilirsiniz. Yine de ne eğlenceli şu
İstanbul. Her yerinde insanlar neşe içinde oyunlar oynuyorlar. Özellikle mesai
bitiminde bile bu kadar istekli, enerji
dolu oluşları hayret uyandırıcı. Gerçi bazı teyzeler oyunda ayakta kalınca
mızıkçılık yapıyorlar ama neyse artık..
0 yorum:
Yorum Gönder