"Ali Cengiz Oyunu" Nereden Geliyor?


     "Ali Cengiz Oyunu" deyimini sık sık kullanırız. Ne anlama geldiğini de biliriz. Şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlar, hileler, düzenbazlıklar gelir akla. Hatta TDK yayınlarında "Kurnazca ve haince düzen." diye bahsedilir bu deyimin açıklamasında. Ancak bu deyimin nereden geldiğini tam olarak bilmiyoruz.

     İnternette nereden geldiğiyle ilgili bir çok bilgi bulabilirsiniz. Çoğu olağanüstü olaylara dayanan bilgilerdir, efsaneler de vardır içinde. En çok bahsedileni ise bir sihirbaz adamın gayb ilimleriyle uğraşarak çeşitli sihirler, oyunlar yaptığı hikayedir. Bu adam ilmini o kadar ilerletmiş ki istediği her şekle girebiliyormuş. Çeşitli oyunlarla halkı hem şaşırtmış hem kandırmış. İşin ilginç tarafı isteyene bu oyunları nasıl yaptığını öğretirmiş. Ama öğrettiği kişiyi bir başka oyunla öldürürmüş. "Öğrenen kanarya olsa, sihirbaz atmaca olup onu avlarmış"... Devrin padişahı bu düzenbazı mat edene kızını vadetmiş. Herkes kaçarken Ali Cengiz bu işe talip olmuş. Sihirbaz Ali Cengiz'i kolay lokma belleyip oyunu öğretmiş. Sınav günü Ali Cengiz “koç” kılığında meydana gelmiş. Sihirbaz derhal “kurt” olmuş. Ali Cengiz “su”olup kurdu boğmak isteyince sihirbaz kendini “ateş”e çevirmiş. Bir süre ikisi de kılıktan kılığa girerken Ali Cengiz çiçek olup padişahın kucağına düşmüş. Sihirbaz eşekarısı olup üzerine konmuş. Ali Cengiz hemen darı  olup yere yayılmış. Sihirbaz tavuk kılığına girip darıları yerken Ali Cengiz tilki olup onu boğmuş...Ali cengiz darı olduğunda tavuk olan sihirbaz darıları yemeye başladığı için Ali Cengiz'in sol elinde iki parmağı eksik kalmış. Ama bu padişahın kızıyla evlenmesine engel olmamış.

     Bu anlattığımız efsane kısmıydı. Şimdi Türk Dili uzmanı olan Orhan Velidedeoğlu'nun oldukça mantıklı görüşüne bakalım:

    Al / âl sözcüğü dilimize değişik anlamlarda girmiştir.
    al = kırmızı ,
    âl = aile, evlat, sülale, hanedan
    âl = yüksek
    al(âl) = hile-hud'a, oyun. (Bizi şu anda ilgilendiren anlam)

    Kaşgarlı Mahmut'un Divanü Lügat-it-Türk'ünde de 'al' sözcüğünü 'hile' anlamında kullanılmıştır.

    Bu bilgilerden sonra şimdi gelelim Moğol hükümdarı Timuçin'e. Kurnaz ve acımasız bir savaşçıdır. Savaşlarda atik davranır. Çeşitli savaş hileleriyle düşmanı kılıçtan geçirirmiş. Bu başarılardan dolayı kendisine "Çok başarılı ve yetkin savaşçı" anlamında, Çince "Çengsze" adı verilmiştir. Yani adı bizim bildiğimiz "Cengiz" olmuştur. "âl-i Cengiz" de Cengiz'in savaş hilesi, savaş oyunu, savaş aldatmacaları anlamında kullanılmıştır. Günümüze ise Ali Cengiz oyunu olarak gelmiştir.

    İşte efsanelerden uzak, tamamen gerçeğe dayalı bir anlam.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Börekçi Tevfik - Serpme Böreğin Tek Adresi



     Börekçi Tevfik. Antalya’da bırak yaşamayı, vakit geçirmek için gidecek olanların bile mutlaka uğraması gereken yerlerden biri. Fotoğrafta da anlaşılacağı üzere serpme börek yapıyor. Kendi elleriyle incecik açıyor hamuru.

     Tevfik amcanın değişik bir çalışma prensibi var. Sabah erkenden açıyor iş yerini ama öğleye kadar çalışıyor. Öğlen 12’den sonra boşa yorulmayın, bütün müşterilerini göndermiş, dükkanı kapatmıştır. Ama cumartesi günleri mesaisi uzun sürüyormuş; saat 13’e kadar.

     Bana kalırsa sabah erkenden gitmek gerek Börekçi Tevfik'in yanına. Ben saat sekiz civarında gittiğimde pek kalabalık değildi. Biraz duvarda asılı ünlülerle çekilmiş fotoğrafları inceledim biraz da Tevfik ustayla sohbet ettim. 

     “Bi kapatıp gidemiyorum şurayı” diyor. Daha çocuklarının kendi ayakları üzerinde duramadığından, çalışmaya mecbur olduğundan bahsediyor. “İnanır mısın” dedi “ Herkes gitmiş görmüştür şu Peri Bacalarını, Karadeniz’i. Ben daha gidip göremedim oraları.” Sonra şöyle devam etti; “Kapatsam gitsem müşteriye ayıp olur gibime geliyor.” O, ayıp etmeyi kafaya koymadan önce gitmek lazım iş yerine.

    Vedat Milor da Tevfik amcayla bir program yapmış. Şu adreste bu video var:
        https://www.facebook.com/671470829541390/videos/740770009278138/

     Peynirli ve kıymalı börek yapıyor. İsteğe göre böreğin üstüne pudra şekeri serpebilirsiniz. Farklı bir tat açıkçası. Ben genelde peynir seven biri olarak kıymalı börek (pudra şekeri olmadan) tercihim oldu. Börekler biraz küçük, bir buçuk veya iki börekle doyabilirsiniz. Biz 1,5 peynirli, 1,5 kıymalı söyledik. Yanında da toplam 4 çay. Hesap 34 TL. geldi. Börek 10 TL. diyebiliriz. Diğer börekçilere göre biraz pahalı ama bu da Börekçi Tevfik kalitesinin farkı olsa gerek. En az bir kere denemenizi tavsiye ederim.  

Üç Kapılar'a yakın Börekçi Tevfik ustanın yeri. Gitmek isteyenler için haritayı paylaşayım. 


Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Geldi Evlilik Yıldönümü - Düğün Davetiyesi


     Geçen yıl  facebook hesabımda tüm tanıdıklarımı davet etmek için yazdığım düğün davetiyesinde o güne kadar çektiğim zorlukları(!) anlatmıştım. Üstünden bir yıl geçmiş bile. Kutladığımız ilk 26 Eylül'de bu telaşı sizinle paylaşmak istedim. En az bu kadar güzel bir yılı herkesin yaşaması duasıyla...

"(Pek benzemese de) DAVETTİR (Sonunu getirebilene)


     İstanbul’da verdiğim onca emekten sonra tamam demiştim ama... “Öyle olmaaaaz. Bu işin annesi var, babası var…ailesi var” dediler. Beni aileye alsınlar diye otuzumdan sonra türlü şirinlikler yaptım, yılıştım, sırnaştım. Elimde bir demet çiçek, boynumda kravat, arkamda ailem (aslında dayak yeme ihtimalime karşı bir kaçı önümdeydi) acı kahve içmeye gittim. Tabiri caizse değil, bildiğin acı; karabiberli. Ve tabi ki bol tuzlu. Herkese aynı tepsiden servis edilirken bana ayrı tepside(Yedi Bela Hüsnü’ye gelen armut misali) gelişinden tahmin etmiştim zaten içindeki tuz oranının kahveden yüksek olduğunu. Eee öyle sofrada tuzluk istemeye benzemiyordu bu kız isteme, istemeseniz de tuzlu geliyordu kahveniz.
     Bir hafta boyunca kahvaltıda haşlanmış yumurtayı tuzsuz yedim. Millet deniz kenarında nefes aldıkça tuz kokusunu hissederken ben nefes verdikçe hissettim. “Nefes aldıkça değil, verdikçe burnuna tuz kokusu geliyorsa doğru mahallede dolaşıyorsun” dedim. Gerçi lise yıllarında da o mahallede dolaşmışım ama boş dolaşmışım demek ki.
     Neyse işte bizi tebrik falan ettiler..İlerleyen günlerde “Tabi tabi” dedim “Nişansız olmaz.” Sonra aklımı başıma toplayıp “İyi de ben ablamın düğününde bile oynamadım.” desem de “yüzme bilmeyeni denizin ortasına atacaksın, mecburen öğrenecek.” mantığıyla ilk cümlemi dikkate aldılar. “Tabi tabi, nişansız olmaz.”
     Sonra pistin ortasına atıldım. Dikkat ederseniz buradaki “atıldım” kendi isteğimle çıktım değil, birileri tarafından fırlatıldım anlamı taşıyor. Piyanist pistin ortasından çocuklarınızı alın dediğinde alınan çocuklara özendim. Beni ortadan alan olmayınca yeri geldi kostak kostak yürüdüm, yeri geldi bıdı bıdı çekirge oldum. Bizi alkışladılar, tebrik falan ettiler işte.
     Sonra nikah için toplandık. Bu sefer daha çok alkışladılar. “Tamam, bu sefer bitti galiba” dediğim sırada “Bu da yetmez damat. Daha kalabalık, daha kalabalık,çok kalabalık olsun dediler. “Tamam” dedim ben de “Bütün adamlarımı toplayıp geliyorum o zaman. 26 Eylül’de düğün yapıyoruz.” Bakın beni yalancı çıkarmayın. Ben bitanem için o kadar psikolojik ve fizyolojik dayanıklılık testinden başarıyla çıkmışken gelmezseniz ayıp olur.
     Gelemeyenler 26 Eylül akşamında misafir odasındaki orta sehpayı kenarı çekip flash tv.yi açsınlar ve aile bireyleriyle üstüne düşen görevi yapsınlar lütfen."


     Bir yıl boyunca hayatıma tat katan ve bana katlanan, dolayısıyla çektiği zorluklar yukarıdaki metnin karşısında destan olabilecekken sesini çıkartmayan sevgili eşime teşekkürler. Ömür boyu inşallah...  :) 
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İnsan Beyninin Uç Noktaları - Alzheimer ve Diğerleri



     Bir düşünün; bir gün sabah uyandığınızda bileğinizde metal bir bilezik buluyorsunuz. İncelediğinizde üstünde şu notu görüyorsunuz: “Bellek kaybı.” Elbette büyük bir şaşkınlık yaşarsınız. Ama belki de bu hissi, aynı bileklik için bininci defa yaşıyorsunuz. Şaşkınlığı üstünüzden attıktan sonra kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına geçiyorsunuz. İzlediğiniz programın ilk dakikalarını çoktan unutmuş, konu bütünlüğü olmadan,  sadece o anda izlediğiniz saniyeleri anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Kahvaltı yapmadığınızı düşünüyor ve tekrar kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına tekrar…Tanıdığınız insanlar o odada bulunanlarla sınırlı. Onlarla da yeni tanıştığınızı düşünüyorsunuz. Aralarında çocuklarınız olsa da…

Unutanlar


     National Geographic yazarı Joshua Foer de bellek kaybı yaşayan E.P.’yi incelemiş. 85 yaşındaki emekli laboratuar teknisyeni E.P. en son ne düşünmüşse onu hatırlıyor. Bir virüs E.P.’nin beyninde elma kurdu gibi çalışmış. Hipokampus zarar görmüş. Sadece çocukluğunu çok iyi hatırlıyor.   

Zeka Geriliği mi?


     Aya henüz ayak basılmadığını, benzinin litresinin ABD’de 25 cent olduğunu söylese de suyun kaç derecede kaynadığı, Brezilya’nın hangi kıtada olduğu, yemeklerin neden pişirildiği, neden tarih okutulduğu gibi sorulara zekice cevap veriyor. Kısacası bu insanların zeka ile problemi yok, beyindeki her şeyi kaydeden kısmı virüs yok ettiği için sadece hatırlayamıyorlar. E.P. her zaman güler yüzlü. Kızının söylediğine göre “Her zaman mutlu. Çok mutlu.”

Unutamayanlar



     Aslında insan hafızası bilim kurgu filmlerini zorlayacak kadar olağanüstü. Beyindeki nöronlar arasında sinaptik bağlantılar vardır. Yeni bulgulara göre her bir sinaps 4.7 bit'lik bilgi saklayabiliyor. Bu da beynin kapasitesinin 1 petabayt yani  1,000,000,000,000,000 bayt olduğunu gösteriyor. Daha net anlaşılması için şu örneği verebiliriz; Aşağıda gördüğünüz fotoğraf ABD Kongre Kütüphanesi’ne ait. Bu kütüphanenin basılı koleksiyonu kapasitesi 32 Trilyon Bit'tir.  


       
     41 yaşındaki kadın (A.J) 11 yaşından beri yaşadığı her günü saniyesi saniyesine hatırlıyor. Tıpkı Yağmur Adam filmine konu olan ve yaklaşık 12.000 kitabı ezberlediği söylenen Kim Peek gibi bir zihne sahip. Mükemmel bir özellik dediğimiz konu hakkında A.J. şöyle söylüyor : "Sabah saçımı kuruturken hangi günde olduğumuzu düşünüyorum. Ve zaman geçirmek için son yirmi yılı aklımdan geçiriyorum-aynen bir günlüğün sayfalarını karıştırır gibi...Ben oturup da bunları ezberlemiyorum. Bir şekilde biliyorum o kadar. Güzel şeyleri hatırlamak iyi bir şey. Ama kötü şeyleri de hatırlıyorum, her türlü hatalı tercihimi de...Tüm yol ayrımları, karar vermek zorunda kaldığım anlar ve on yıl geçmiş olsa da hala onlar üzerinde kafa yoruyorum. Pek çok şey için kendimi affetmiyorum."    

     Demek ki her şeyi hatırlamamız kendimizi kendimizden korumaya yönelik vücudumuzun bir otokontrolü. Şimdi karar verin bakalım; E.P. mi şanslı A.J. mi? Sanırım ben ikisinin de yerinde olmak istemezdim. Ama öncelikle A.J.'nin...

Alzheimerı Önlemek - Hafızayı Geliştirmek İçin

Stresten uzak durun:

     Araştırmalar sıkıntı ve kaygının beyni olumsuz etkilediği konusunda hemfikir. Bunun için stresten uzak durmaya çalışın. Tabi mümkünse :) 


Akıl Oyunları veya Sürekli Öğrenme:

     Bulmaca çözen, satranç oynayan veya diğer zihinsel oyunları oynayanların, bu faaliyetleri gerçekleştirmeyenlere göre iki daha fazla alzheimerdan korunduk gözlenmiştir. Bulmacalardan nefret edenler için okuma-yazma ve matematik tavsiye edilmekte.

     Rockefeller Üniversitesi'nen Fernando Nottebohm kanaryalar üzerinde yaptığı araştırmalarda şöyle bir sonuca ulaşmış; Kuşlar yeni bir şarkı öğrendiğinde, yeni besinler bulduğunda ya da yeni eşlerle buluştuğunda ölen beyin hücrelerinin yerini yenileri alıyor. Hepsine katılıyorum ama yeni eşlerle buluşma olayı kafanıza çeşitli materyallerle vurulmasına ve bütün beyin hücrelerinizi kaybetmenize sebep olabilir :) Kanaryalar kuş beyinleriyle bize güzel bir ders vermişler; sürekli öğrenin :)

Beslenmeye Dikkat:

    Besinsiz kalan beyin sorunları da beraberinde getiriyor. Örneğin Türkiye'de açlık grevi yapan M.A. ,  B vitamini eksikliğine bağlı olarak gelişen 'Wernicke-Korsakoff' sendromu sebebi ile uğruna açlık grevi yaptığı davayı bile unutmuş. Hastalığın şiddetine göre yaşadığınız son 20-30 yıl silinebiliyor.
    
    Uzmanların beyin hücrelerini yenilemesi için tavsiye ettiği besinlerse antioksidan içerikli. Bunun yanında düzenli egzersiz de olmazsa olmazlar arasında.

Uyku Şart:

    Nörofizyoloji uzmanı R.Stickgold "Öğrenme öncesinde ve sonrasında iyi uyuyamamak, yeni anıları kodlamayı zorlaştırır." diyor. İyi bir gece uykusu ders sonrası motor belleği %30'a kadar iyileştiriyormuş. Öğrenci kardeşlerimize de duyurulur...

  




Kaynakça : National Geographic, Kasım 2007.
                   http://www.sabah.com.tr/teknoloji/2016/01/23/iste-insan-beyninin-kapasitesi
                   http://www.hemensaglik.com/makale/alzheimer-hastaligini-onlemenin-5-yolu
 

    


Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Aşk Dokunur Mu?


     Bu ayakkabılar günümüzde Güney Kore’de iki roman ve bir belgesele ilham kaynağı olmuş, hakkında operalar düzenlenmiş. Peki ama insanları bu kadar etkileyen nedir?

     Güney Kore’de Andong kentinde konut yapımına karar verilir. Ancak konutların yapılacağı yerde bir mezarlık vardır. Mezarlığın başka bir yere taşınmasına karar verilir. Kazılan mezarlarda bir ayakkabı yanında notla birlikte bulunur. Notu dul bir kadın yazmıştır. 16.yüzyılda. Tam olarak 1 Temmuz 1586’da. Ayakkabıları yapan da o kadındır. Kendi saçından ve kenevir kabuğundan ördüğü ayakkabıları kocasının mezarına yerleştirmiş.

     Bıraktığı notta ise şunlar yazıyor: “İkimizin de saçları ağarıncaya dek benimle yaşamak istediğini söylerdin. Bensiz nasıl ölüp gidersin?”

     Sonra, aşkın zamanı da mekânı da aştığını belirten şu cümleleri yazmış : “Gizli gizli gel bana. Söyleyecek çok sözüm var ama daha fazla yazamayacağım. ”    


     Çiftle ilgili operalardan birini yöneten Prof.Park Chang-gun da şöyle söylemiş: “Zamanı aşan bir eser. İnsanları gözyaşına boğuyor.”




Kanyakça : Nat.Geo.Kasım 2007 Sayısı
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Bilinmeyenleri


Her devletin bir ulusal marşı vardır Bizim de ulusal Marşımız Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu, 12 Mart 1921’de kabul edilen İstiklal Marşı'dır.

Peki Cumhuriyet öncesinde ulusal marş neydi?


Osmanlı Devleti zamanında bir milli marş yoktu. Bu durum daha çok askeri alanda sıkıntıların yaşanmasına sebep oluyordu. Aslında bunun bir de trajikomik bir hikayesi vardır. Reşadiye zırhlı gemisini teslim almak için İngiltere'ye giden denizcilerimiz İngilizlerin marşlarının ardından bir ulusal marş okumak zorunda kalmışlardır. Ancak Türk askerinin hep bir ağızdan söylediği İngiliz askerinin de saygı duruşunda dinlediği, bir ulusal marş değil “Entarisi ala benziyor, Şeftalisi bala benziyor” isimli türküdür. Sanırım ilk ulusal marşımız bir türkü olmuş.


Neden bir marş yazılma gerekliliği duyulmuştur?


Bence yukarıda yazılı sebep bile bir ulusal marşın yazılması için yeterlidir. Kurtuluş Savaşı devam ederken İsmet İnönü 1920 yılının sonlarında Maarif Vekaletine askerin güç ve moral bulması için bir milli marş hazırlanması önerisini sunar. Maarif Vekaleti de bu marş için 500 lira ödül vereceğini duyurur.


Yarışmaya kimler katılmıştır?


Milli marş için Maarif Vekaleti’ne 724 şiir gönderilir. Şiir gönderenler arasında Tunalı Hilmi Bey, Kazım Karabekir Kemalettin Kamu, Rıfat Ilgaz gibi önemli kişiler vardı. Şiirler beğenilse de büyük bir heyecan uyandıramaz. Mehmet Akif Ersoy konulan para ödülünden rahatsızlığını dile getirerek yarışmaya katılmaz. Mehmet Akif Ersoy'un milli marş için şiir yazmasını çok isteyen Hamdullah Suphi Tanrıöver para ödülünün kaldırıldığını Mehmet Akif Ersoy'a söyler. Mehmet Akif Ersoy da şiiri kaleme alır.

İstiklal Marşı'nın kabul edilmesi


Türkiye Büyük Millet Meclisi kazanan şiirin belirlenmesi için 12 Mart 1921 günü toplanır ve yapılan toplantıda Hamdullah Suphi Tanrıöver ilk olarak Mehmet Akif Ersoy'un şiirini okur. Şiir öylesine bir coşku yaratır ki tekrar tekrar okunması istenir. Öteki şiirler artık okunmayacaktır bile. İstiklal Marşı kabul edilmiştir.

Peki ödüllü ne olmuştur?


Mehmet Akif Ersoy ödül olarak konulan 500 lirayı “Dar ül-Messi” adlı bir hayır kurumuna bağışladığını duyurur.

İstiklal Marşı'nın bestesi neden bu kadar yavaştır?


Mehmet Akif'in şiiri 10 kıta olduğundan tümünün beslenerek törenlerde kullanılması olanaksızdı Bu nedenle ilk iki kıtanın marşta yer almasına karar verildi 1924 yılında alınan kararla Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi 6 yıl boyunca marş olarak çalındı. Ancak sonrasında Zeki Üngör'ün bestesi marş olarak kabul edilmiştir. Besteyi yapan Zeki Üngör de marşın cenaze marşı gibi bestelenmiş olmasından Süleyman Tarman’ın “Atatürk ve Müzik” adlı kitabında şu sözlerle şikayetçi olduğunu okuruz:
“Ben İstiklal Marşı'nı bestelerken kulaklarımda İzmir'e koşan atlıların Dört Nal Sesleri vardı. Birde marşın bugün aldığı şekli düşünün. Başında metronom 80 olan bir eser hiçbir zaman cenaze marşına benzemez.”

Aslında yaşanan problem şudur; Zeki Üngör stüdyoda orkestrayla marşı çalar. Ancak teknisyenler marşın çok süratli olduğunu ve plağın yarısını doldurduğunu söylerler. Geri kalan kısım için başka bir marş çalınmasını isterler. Zeki Üngör bunu kabul etmez. Marşı ağır bir şekilde yeniden çalacağını, böylece plağın dolacağını söyler. Dinlerken de gramofonun hızının arttırılması ile  beste'nin gerçek haliyle dinlenebileceğini düşünür. Ancak kimse marşı çalarken gramofonun hızının arttırılması gerektiğinin farkında değildir ve marş günümüze kadar böyle gelmiştir.


Mustafa Kemal'in en çok sevdiği İstiklal Marşı dizeleri


Mustafa Kemal Atatürk şiirin bestelenmesi için kurulan komisyon üyelerinden İsmail Habip Sevük’e şunları söylemiştir:
“İstiklal Marşı'nın uzun olmaması konusunda mutabıkız söylendiği ve çalındığı zaman herkesi uzun uzun ayakta tutması elbette doğru olmaz. Ancak bu marşın İstiklal davamızı anlatışı cihetinden büyük bir manası vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur. Siz ise bu parçayı marştan çıkarmaya karar vermişsiniz:

'Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal'

Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır.

Mustafa Kemal bu konudaki isteğini komisyon üyelerine kabul ettirmeye çalışmamış, düşüncesini dile getirmiştir. Sadece bu küçük örneğin dahi Atatürk'ü diktatör olmakla suçlayanların düşüncelerini çürüttüğünü söyleyebiliriz. Ayrıca Atatürk'ü 'din düşmanı' diye tanımlayanlara da bu dizelerde yer alan 'Hakk'a tapan' kelimesi güzel bir cevaptır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin"


Can Bolat bir konuşmasında şöyle diyor;

“Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin;
İnsanların dört duvar içerisinde tutulduğu,
Geniş bir avlusu olan,
Etrafı büyük duvarlarla çevrili olan,
Bazen dikenli telleri olan,
İnsanların belirli aralıklarla avluya çıkmasına izin verilen,
İmza ile içeriye girdiğiniz,
Her gün yoklama yapılan,
Müdür tarafından yönetilen,
Koridorlarında nöbetçiler olan,
Çıkarken çok mutlu olduğunuz.”

Tahmin etmesi çok zor olmasa gerek.

Çok değerli Öğr.Gör. Mehmet Yapıcı ise bir makalesinde “Okul, hemen hemen hepimiz için ‘coşku ile geri dönmek için’ gidilen bir yerdir.” diyor.

Okulları bu kadar itici kılan eminim anlayış eksikliğidir.
Beklentilerin çok yüksekte değil imkansız olanda tutulmasıdır.
Veliler ve öğretmenler tarafından verilen imkansız görevler…
Zaten yapamayacağı bu görevleri yerine getiremeyen öğrenciyle dalga geçilmesiyle de okulun hapishaneden pek bi farkı kalmaz.

Hiçbir araç olmadan uçamadığınız için bir kuş tarafından “gerizekalı” olarak nitelendirildiğinizi veya beş dakika suyun altında kalamadığınız için bir balık tarafından “salak” olarak nitelendirildiğinizi düşünseniz ya. Ne tuhaf olurdu.   

Bir kaç örnek vermek gerekirse;
Örneğin Prof.Dr.N.Senemoğlu ergenlik döneminden bahsederken şöyle söylüyor;

“Bu dönemde, birden bire hızlı büyümenin etkisiyle ergende vücut koordinasyonunda yetersizlikler, psiko-motor becerilerde acemilikler gözlenebilir…yemek tabağını düşürme, herhangi bir aracı tamir ederken kırma vb. davranışlar görülebilir. Ana-baba ve öğretmenler, ergenlik dönemindeki bu özelliğin farkında olarak, onu becerisizlikle suçlamamalı; ergenin kendini algılayışı üstünde olumsuz bir etkiye neden olmamalıdırlar.”

Mesela Piaget de 4-7 yaş aralığındaki çocuklar için şunları söylüyor;

“Gerçek olaylar onun zihninde birbirine karışır, gerçek ve kurguyu ayırt edemeyebilir. Yalancılıkla suçlanmamalı.”


Kaynakça: Öğretmenler İçin Piaget İlkeleri,
                   Gelişim, Öğrenme ve Öğretim Prof.Dr.Nuray Senemoğlu
                   Mehmet Yapıcı – Asık Suratlı Okul (http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=298)
                   Özgür Bolat (https://www.youtube.com/watch?v=89J3u6zBndE)

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Unutulmayan Öğretmenler


Benim en çok saygı duyduğum öğretmenler o yıl birinci sınıfları okutacak öğretmenlerdir.
Bir düşünün;
Sınıfa giriyorsunuz, karşınızda 35-40 öğrenci.
Kimisi ağlar, kimisi annesini yanında ister, kimisi hakkımda kısmında anlattığım gibi okuldan koşturarak kaçar.
Bu öğretmen diğerleri gibi “Hadi bakalım çocuklar! Türkçe kitabınızı çıkartın.” diyemez.
Çünkü karşısındakiler okuma yazma bilmiyordur zaten.
Tek tek çantalarından kendisi çıkartır.
Hadi diyelim kitabı buldular “10.sayfayı açın” diyemez mesela.
Tek tek kendisi açar yine bütün öğrencilerin sayfasını.
O, sınıfın bir ucundan başlayıp son öğrencilerine yaklaştığını sanırken, kitaplarını açtığı öğrenciler çoktan sayfaları değiştirmiş veya kitabı kapatmıştır.
Başa döner.
Başı döner.
Tekrar tekrar tekrar.

Daha bunun gibi insanın sabrını sınayan neler neler…
Ruha dokunur ilkokul öğretmenleri.
İşte bunun için de kolay kolay unutulmazlar.
Benim değerli öğretmenim Cennet Demirbaş’ı unutmadığım gibi Tarık Akan da unutamamış öğretmenini aramış bulmuş 2014’de.
Okulların açılmasına bir gün kala, bugün toprağa verilen Tarık Akan şöyle anlatmış Aliye öğretmeni.

"İlkokula Erzurum Dumlupınar’da başladım. Okulumuz bir odada 5 sınıf, 1 öğretmenden ibaretti. Bu arada bir sınıf atlayarak ikinci sınıfa geçtim. Daha sonra babamın tayini çıktı ve Kayseri’ye geldik. Burada da okula başlayınca henüz okuma yazma bilmediğim için tekrar birinci sınıfa aldılar. İkinci sınıfta ben inanılmaz bir kekeme oldum. Sanki hiç konuşamıyordum. Benim bir Aliye öğretmenim vardı. Bu durumumdan dolayı öğretmenim tüm çocuklar gittikten sonra beni yanına alır ve kekemeliğimi yenmem için her gün benimle ilgilenirdi. Beni konuşturmak için 1,5 yıl uğraştı. Bana dedi ki peki Tarık “senin en kolay söylediğin kelime nedir? Bende “hele”dir dedim. O zaman bana dedi ki bu kelime (hele)’nin arkasına kelimeler ekleyerek konuş dedi. Mesala hele be, hele sen gel, hele sen oraya gir, gibi beni eğiterek bana konuşmayı öğretti. O Aliye öğretmenimin sayesinde 5. sınıfa geldiğimde okulun birincisi olmuştum ve beni bilgi yarışmalarına sokardı. O öğretmenim bana yarınımı kazandırdı. Babam tayinci olduğu için yine bir tayin geldi ve oradan da ayrılmak zorunda kaldık. Yıllar sonra onu bulmak, elini öpmek için bir gün Kayseri’de Telekom’u arayarak Aliye isminde ne kadar insan varsa hepsinin numarasını aldım. Kendimi tanıtmadan yaklaşık 20 kişiyi aradım. Her aradığıma benim Kayseri’de Sümer İlkokulunda Aliye isminde bir öğretmenim var onu arıyorum dedim. İçlerinden birisi benim uzaktan bir akrabam var aynı isimde ama o Kayseri’den gideli uzun yıllar oldu dedi. Nerede olduğunu sorunca İzmir Karşıyaka’da dediler. Orada da aramaya devam etim. Yine birisini arayınca karşıdaki kişi dedi ki benim öyle bir akrabam vardı. Tabi kendimi tanıtınca inanamadı. Ama dedi hep senin adını söylerdi. Ama şimdi İstanbul Üsküdar’da oturuyor ve soyadı da değişti dedi bana. Daha sonra ağabeylerini daha sonrada öğretmenimi buldum. Sonunda öğretmenimi buldum ve ağlayarak sevgili öğretmenimin öğretmenler gününü kutladım. Aliye öğretmenim, aradan 45 küsür yıl geçmesine rağmen unutamadığım tek insandır."


Büyük sanatçıya Allah’tan rahmet, bütün öğretmen ve öğrencilere de başarılar diliyorum.  
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Mustafa Kemal'in Fasulye Ayıklamasını Görmelisin"

   
   

     Trablusgarp Osmanlı toprağıdır. Vatan toprağıdır. Söz konusu vatan olunca Mustafa Kemal de  gönüllü olarak düşmüştür yola. İskenderiye'de hastalanır. Bir müddet hastanede yatar. Daha sonra arkadaşları Mehmet Nuri (Conker) ve Ahmet Fuat (Bulca) gelir yanına. Beraber Trablusgarp için savaşmaya gidecekler.

     Bu sırada Nuri Conker'in Salih Bozok'a gönderdiği bir mektup beni gerçekten çok etkiledi. Çektikleri bunca zorluğa rağmen ne kadar fedakarca davrandıklarını bu mektubun satır aralarında buluyoruz. 

  Kardeşim Salih,
İskenderiye'deki işlerimizi bitirmek ve yolculuk için gerekli malzemeyi hazırlamak için iki hafta kaldık 29 Kasım 1911’de İskenderiye’den trenle beş-altı saatte Ebü’l-Haccac istasyonu’na geldik. Bu istasyon trenin bitiş noktasıdır. 1 Aralık 1911 Cuma, yani bayramın birinci günü. buradan atlara binerek batıya doğru yola çıktık. Sekiz gün sürekli yürüdük Eşyalarımız develerde yüklüydü. Yürüdüğümüz arazi, Mısır içlerinde çöldür. Bugün sınırı geçtik. Mısır'dan Bingazi toprağına geçmiş oluyoruz. Artık tehlike kalmadı. Buradan sonra iki günlük uzaklıkta. Resuldefne mevkiine gideceğiz. Sağlığımız yerindedir. Gündüzleri, bazen de geceleri yürüyoruz. Geçtiğimiz yollarda yerleşim yeri adına hiçbir şey yok Tek tük bedevi Arap çadırlarından başka bir şey gömüyoruz. Kaçak olarak, Mısır gibi yabancı ülkede hareket ettiğimizden, yerleşim yerlerinden sürekli uzak bulunmak zorundaydık. Geceleri çadırda yatıyoruz; yemeğimizi kendimiz pişiriyoruz. Mustafa Kemal'in fasulye ayıklamasını görmelisin. Aşçıbaşımız Fuat’tır. Re'süldefne'den sonra Derne'ye mi, yoksa Bingazi’ye mi gideceğiz, orada belli olacaktır. Bizi kesinlikle merak etmeyin. Bu gece sının geçtiğimizden, bütün gece boyunca yürüdük. Şimdi bir kuyu başındayız. Çadır kurup uyuyacağız. Bu mektubumu Mısır'a gitmekte olan bir Arap’la gönderdim. İskenderiye’den postaya verecektir. Allahaısmarladık 
                                                                                                          Mehmet Nuri

Siz ne mükemmel insanlarsınız..
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

'ACEMİ' Sözü Nereden Gelir? İlk Otomobil


Osmanlı topraklarına ilk otomobil 1895'te Basra Mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından getirilmiştir.
Yıldız Sarayı'nda görevli seyis Abdurrahman Bey bu işi bırakarak otomobili kullanmaya başlar.
Halk heyecanla otomobilin gelip geçişini bekler. 
Otomobil gelirken de birbirlerine 'Acem' geliyor derler.
Bunun sebebi, Abdurrahman Bey İran kökenli olduğu için "Acem Abdurrahman" olarak adlandırılmasıdır.
"Acemi" kelimesinin kökeni de buraya dayanmaktadır. 



Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

“ÇİZMEYİ AŞMA” Deyimi Nereden Geliyor?



Efesli Ressam Apelles, Büyük İskender’in resimlerini yapmakla ün salmıştır.
Apelles tablolarını halka sunup bir perdenin ardından yapılan yorumları dinlemeyi çok severmiş.
Bir gün sergiyi gezen bir ayakkabı ustası tablada yer alan insanların ayakkabılarını eleştirmeye başlar.
Ayakkabıcının eleştirilerini dinleyen bir kalabalık oluşur. Apelles de iyice kulak kabartır.
Ayakkabı ustası eleştirilerine sanat ve teknik yönden devam edince Apelles gizlendiği perdenin ardından bağırır;
“Efendi, haddini bil, çizmeden yukarı çıkma!”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

9 Eylül - İzmir'in Kurtuluşu


Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu, Bu ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti. Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ahmet..



Ahmet.
Üstü başı kir içinde.
Ayakkabıları çamurlu.
İlkokul yıllarında daha.
Annesi bu şekilde okula gidilemeyeceğini söyler.
Dinlemez annesini.
Evden çıktığı gibi sınıfa girer.
Öğretmeni gelir ve daha bütün çocuklar ayaktayken
“Ahmet, çabuk eve git ve üstünü başını düzeltip öyle gel!” der.
Öğretmeni annesidir.
Çaresiz evin yolunu tutar.
Ahmet büyür.
O gün evinden çıktığında ise amacı;
Soğuk kış sabahında, eşi ve çocukları üşümesin diye, arabayı ısıtmaktır.
Arabanın kaputuna bırakılan bombanın patlamasıyla hayatını kaybeder.
Tam adı: Ahmet Taner Kışlalı’dır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ünlü Birinin Yakını Olmak


Öncelikle Altan Erbulak'ın kim olduğundan bahsedeyim. 
Ünlü karikatürist, oyuncu, gazeteci. 1929 Erzurum doğumlu.

İnönü Stadyumu'nda oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçına girmek isteyen bir kişi elinde Altan Erbulak'ın kartını tutmaktadır.
Tribünler tıklım tıklım dolu olduğu için kapılar saatler öncesinde kapanmış.
Kapının önü çok kalabalık.
Kapıdaki aksi görevli ise kimseye taviz vermemektedir.
Elinde Altan Erbulak'ın kartını tutan adam görevliye yaklaşır ve kartı uzatarak;
"Bunu size vermemi istediler."der.
Görevli şaşırır, kartta şöyle yazmaktadır;
"Kart hamili yakinimdir, maça alınmasını rica ederim."
Görevli kapıyı adama derhal açarken çevreden gelen tepkilere "Duymadınız mı yahu, adam Altan Erbulak'ın yakını" der. 

Aslında elinde kartla içeriye giren adam Altan Erbulak'ın ta kendisidir.
Peki neden böyle bir şey yapmıştır?
Çünkü bir önceki Galatasaray-Fenerbahçe girmek için aynı görevliye "Ben Altan Erbulak" diye kendisini tanıtsa da görevli karşısında duran 1.64 boyundaki adama "Sahtekar, koskoca Altan Erbulak böyle mi olur?" demiştir.

Sanırım bazen bir kişinin yakını olmak kendisi olmaktan daha etkili oluyor.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Dalmaçya'dan Osmanlı'ya...


Dalmaçya. Nadin kenti.
Joseph. Kimsesiz, ahırda çalışan, çıplak ayaklı bir çocuk.
Dul bir kadın çocuğun bu haline görünce çok üzülür.
Ölen kocasının ayakkabılarının yanında anne şefkati de verir küçük çocuğa.
Yıllar sonra büyüyen çocuk, Maria isimli bu kadına ağzı mühürlü bir torba gönderir.
Mührü açan Maria gördüğüne inanamaz;
İçleri altın dolu bir çift ayakkabı. 

Peki Joseph nasıl bu kadar zengin olmuştur?
Çalıştığı ahırın konağına İstanbul’dan bir misafir gelir.
Gelen misafir çocuğun kimsesiz olduğunu öğrenince çocuğu İstanbul’a götürmeye karar verir.
İstanbul’da Devşirme Ocağı’na teslim eder.
Joseph artık Yusuf olmuştur.
Çalışkanlığı ve zekasıyla burada da dikkati çeker.
Saray-ı Hümayun’a gönderilir.
Padişahın silahlarını korumak, bakımını yapmak, törenlerde de taşımakla görevlendirilir.
Silahtar Yusuf  Paşa sürekli padişahın yanında bulunur.
Sultan İbrahim, Yusuf  Paşa’yı Kaptanıderyalığa getirir.  
Hatta tarihçiler tarafından ‘deli’ olarak adlandırılan Sultan İbrahim kızını dillere destan bir düğünle Yusuf  Paşa’ya verir.
Tarihte bu evliliği unutulmaz kılansa düğün töreninin gösterişi değil,
Yusuf  Paşa’yla evlenen Fatma Sultan’ın henüz üç yaşında olmasıdır.

‘Deli’ İbrahim tüm yalvarmalara rağmen Yusuf Paşa’yı Girit’i alamadığı gerekçesiyle öldürtür.
Ve cesedine bakarak şöyle der;
“Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık oldu, kıydım.”
Böylece Fatma Sultan da dört yaşında dul kalan bir çocuk olarak tarihe geçer.

 Sunay Akın’ın ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabından yararlanılmıştır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Anadolu'da Bir Köy



Anadolu köylerinden biri.

Kadın kocasıyla çoktan uyumuş. Daha doğrusu kocasının uyumasını beklemiş. Çünkü kesin kararlı; bu gece dışarıda bekleyen aşığıyla evden kaçacak. Yeni bir hayat kuracaklar. Gece pencereden bahçeye atlayıp koşmaya başlamışlar. Soluklanmak için verdikleri ilk molada, kadın ayakkabısının içinde evden kaçtığından beri kendisini rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamak için ayakkabısını çıkartmış. Elini ayakkabının içinden çıkardığında gözlerine inanamamış; bir tomar para.
Parayı koyan, her şeyin farkında olan, Aşık Veysel’dir. Ve şöyle der; “Bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu…Yaban elde muhtaç olmasın.”

1952'de Aşık Veysel'in hayatını film yapmak istemiş Metin Erksanla Bedri Rahmi Eyüboğlu. Ama sansür kurulunun bir çok engeliyle karşılaşmışlar. "Karanlık Dünya" demişler filme. "Karanlık dünya mı olur?" diyerek "Aşık Veysel'in Hayatı" olarak değiştirmişler. Tarlaların göründüğü sahnelerdeki başakları çok kısa ve cılız bulunca "Türk topraklarının böyle bereketsiz olamayacağı" gerekçesiyle makaslamışlar. Yerine Amerika propagandası için çekilen filmlerden kesilen gür ve bereketli hasat sahneleri eklenmiş. Aşık Veysel'in hayatında Amerika'nın Hudson Ovası görüntüleri.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.