Android ve iPhone Kullanıcılarının Kişilik Özellikleri



     Lincoln Üniversitesi'nden Heather Shaw Psikoloji bölümünde doktorası için bir çalışma yapmış. 530 Android ve iphone kullanıcısının kişilik özellikleriyle ilgili bir karşılaştırma diyebiliriz

     İlk testte Android kullananların iPhone kullananlara gore daha dürüst, alçakgönüllü, uyumlu,  düşüncelerini gizlemeyen, yeni fikirler ve değişimleri kabul etmeye meyilli olduğunu gözlemlemiş. Ancak ikinci çalışmada birebir aynı sonuçlara ulaşamamış. Yine de dürüstlük ve alçakgönüllülük özelliklerinin Android kullanıcıları arasında daha yaygın olduğunu söylüyor.

Kadınların tercihi ve benzerlikten kaçınma

     Kadınların iPhone tercihi erkeklere göre iki kat fazlaymış. Elde edilen bir diğer bulgu da "benzerlikten kaçınma" üzerine. Biraz daha açıklayacak olursak; katılımcıların başkalarıyla benzer ürünler kullanmayı tercih etmemesi... Android kullanıcılarının diğer insanlarla benzer ürün kullanmaktan daha fazla kaçındığı, yani farklı ürün kullanma yöneliminin daha fazla olduğu ortaya çıkmış.

Yüksek Statü     

Yapılan bu psikolojik çalışmada "yüksek statü" de ele alınmış. Yüksek statülü bir telefon kullanmaya hangi kesimin daha çok önem vereceğini söyleyecek olursak; tabi ki iPhone kullanıcıları :)

Shaw insanların indirdikleri uygulamalara göre de bir kişilik incelemesi yapılabileceğini söylüyor. Çarpıcı tespitlerinden biri; telefonların artık kişilerin mini birer "sayısal sürümü" haline gelmesi. Ona göre bir başkasının telefonumuzu kurcalamasından rahatsızlık duymamızın temelinde de bu yatıyor. Çünkü telefonumuz bizimle ilgili pek çok şeyi açığa vuruyor.     



Kaynakça: Bilim ve Teknik Dergisi 2016/10
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Kahve Yerine Çay İçmemiz İçin 5 Neden



   Anadolu'nun her yanına sohbetiyle, sıcaklığıyla yayılmış bir kültürümüz var: Çay. Nereye giderseniz gidin hep çayla karşılanırsınız. Bu kültürün güzelliği bilimsel olarak da kanıtlanmış. Sebeplerini duyunca hak vereceksiniz. Ama sebeplerine geçmeden önce şunu da belirteyim; burada çayı karşılaştırdığım kahve Türk kahvesi değil.

Sıvı İhtiyacını Daha İyi Karşılar 

     Kahveyle çayı karşılaştırdığımızda çayın vücutta sıvı ihtiyacını çok daha iyi bir şekilde karşıladığını söyleyebiliriz. Çünkü çay sadece bitkilerle çeşnilendirilmiştir ve sıvı ihtiyacını anında karşılar. Ancak kahvede durum öyle değildir. Kahvenin içindeki suyun vücut tarafından emilmesi daha uzun sürecektir.

Daha Uzun Süre Zinde Tutar

     Çoğumuz kahvenin kafein miktarının çok daha fazla olduğunu biliriz. Hatta bu sebeple uyanık kalmak istiyorsak kahve içeriz. Aslında bu tam bir efsaneymiş. Kahve çayın kafein miktarının aynı olduğu araştırmalarla ortaya çıkmış. Hatta çayın sağladığı enerji takviyesinin daha uzun süreli olduğu ispatlamış. Kahve içtiğimizde aldığımız hızlı kafein aniden enerjimizin yükselmesine ama bir o kadar hızlı düşmesine sebep oluyor. Çaydaki kafeinin emilimi yavaş yavaş olduğu için daha uzun süre enerji veriyor. Yani sabahları güne başlamadan önce kesinlikle çay...   

Daha Fazla Antioksidan

     Kahvede mi yoksa çayda mı daha fazla antioksidan vardır? Cevabınız çoğunluk gibi kahve olduysa yanıldınız. Günümüzde üreticiler, çayın yararlarını arttırmak amacıyla, çaya daha fazla antioksidan ekliyorlar. Demek ki çaylar bol antioksidanlı. 

Diş Sağlığına Daha Yararlı   

     Kahve de çay da diş sağlığı için mükemmel içecekler değil elbette ama günde tüketilen bir ya da iki fincan çay dişlerinizin flüorür düzeyini dengede tutarak, dişlerinizin sararmasına engel olacaktır. 

Stres Seviyenizi Düşürür  

     Kahve kalp atışlarınızı hızlandırırken çay sizi yatıştırır ve beyninizi rahatlatır.  Çay için, stresten uzak yaşayın.

     Daha bahsedemediğimiz kemikleri güçlendirmesi, bağışıklık sistemini güçlendirmesi gibi bir çok özelliği var çayın. Güne çayla başlamak gerek. Öğlen çayla bir mola vermek, akşam sohbet ederken bir çay içmek gerek.

Kaynakça: Bütün Dünya Dergisi 2016/4

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Ali Cengiz Oyunu" Nereden Geliyor?


     "Ali Cengiz Oyunu" deyimini sık sık kullanırız. Ne anlama geldiğini de biliriz. Şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlar, hileler, düzenbazlıklar gelir akla. Hatta TDK yayınlarında "Kurnazca ve haince düzen." diye bahsedilir bu deyimin açıklamasında. Ancak bu deyimin nereden geldiğini tam olarak bilmiyoruz.

     İnternette nereden geldiğiyle ilgili bir çok bilgi bulabilirsiniz. Çoğu olağanüstü olaylara dayanan bilgilerdir, efsaneler de vardır içinde. En çok bahsedileni ise bir sihirbaz adamın gayb ilimleriyle uğraşarak çeşitli sihirler, oyunlar yaptığı hikayedir. Bu adam ilmini o kadar ilerletmiş ki istediği her şekle girebiliyormuş. Çeşitli oyunlarla halkı hem şaşırtmış hem kandırmış. İşin ilginç tarafı isteyene bu oyunları nasıl yaptığını öğretirmiş. Ama öğrettiği kişiyi bir başka oyunla öldürürmüş. "Öğrenen kanarya olsa, sihirbaz atmaca olup onu avlarmış"... Devrin padişahı bu düzenbazı mat edene kızını vadetmiş. Herkes kaçarken Ali Cengiz bu işe talip olmuş. Sihirbaz Ali Cengiz'i kolay lokma belleyip oyunu öğretmiş. Sınav günü Ali Cengiz “koç” kılığında meydana gelmiş. Sihirbaz derhal “kurt” olmuş. Ali Cengiz “su”olup kurdu boğmak isteyince sihirbaz kendini “ateş”e çevirmiş. Bir süre ikisi de kılıktan kılığa girerken Ali Cengiz çiçek olup padişahın kucağına düşmüş. Sihirbaz eşekarısı olup üzerine konmuş. Ali Cengiz hemen darı  olup yere yayılmış. Sihirbaz tavuk kılığına girip darıları yerken Ali Cengiz tilki olup onu boğmuş...Ali cengiz darı olduğunda tavuk olan sihirbaz darıları yemeye başladığı için Ali Cengiz'in sol elinde iki parmağı eksik kalmış. Ama bu padişahın kızıyla evlenmesine engel olmamış.

     Bu anlattığımız efsane kısmıydı. Şimdi Türk Dili uzmanı olan Orhan Velidedeoğlu'nun oldukça mantıklı görüşüne bakalım:

    Al / âl sözcüğü dilimize değişik anlamlarda girmiştir.
    al = kırmızı ,
    âl = aile, evlat, sülale, hanedan
    âl = yüksek
    al(âl) = hile-hud'a, oyun. (Bizi şu anda ilgilendiren anlam)

    Kaşgarlı Mahmut'un Divanü Lügat-it-Türk'ünde de 'al' sözcüğünü 'hile' anlamında kullanılmıştır.

    Bu bilgilerden sonra şimdi gelelim Moğol hükümdarı Timuçin'e. Kurnaz ve acımasız bir savaşçıdır. Savaşlarda atik davranır. Çeşitli savaş hileleriyle düşmanı kılıçtan geçirirmiş. Bu başarılardan dolayı kendisine "Çok başarılı ve yetkin savaşçı" anlamında, Çince "Çengsze" adı verilmiştir. Yani adı bizim bildiğimiz "Cengiz" olmuştur. "âl-i Cengiz" de Cengiz'in savaş hilesi, savaş oyunu, savaş aldatmacaları anlamında kullanılmıştır. Günümüze ise Ali Cengiz oyunu olarak gelmiştir.

    İşte efsanelerden uzak, tamamen gerçeğe dayalı bir anlam.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Börekçi Tevfik - Serpme Böreğin Tek Adresi



     Börekçi Tevfik. Antalya’da bırak yaşamayı, vakit geçirmek için gidecek olanların bile mutlaka uğraması gereken yerlerden biri. Fotoğrafta da anlaşılacağı üzere serpme börek yapıyor. Kendi elleriyle incecik açıyor hamuru.

     Tevfik amcanın değişik bir çalışma prensibi var. Sabah erkenden açıyor iş yerini ama öğleye kadar çalışıyor. Öğlen 12’den sonra boşa yorulmayın, bütün müşterilerini göndermiş, dükkanı kapatmıştır. Ama cumartesi günleri mesaisi uzun sürüyormuş; saat 13’e kadar.

     Bana kalırsa sabah erkenden gitmek gerek Börekçi Tevfik'in yanına. Ben saat sekiz civarında gittiğimde pek kalabalık değildi. Biraz duvarda asılı ünlülerle çekilmiş fotoğrafları inceledim biraz da Tevfik ustayla sohbet ettim. 

     “Bi kapatıp gidemiyorum şurayı” diyor. Daha çocuklarının kendi ayakları üzerinde duramadığından, çalışmaya mecbur olduğundan bahsediyor. “İnanır mısın” dedi “ Herkes gitmiş görmüştür şu Peri Bacalarını, Karadeniz’i. Ben daha gidip göremedim oraları.” Sonra şöyle devam etti; “Kapatsam gitsem müşteriye ayıp olur gibime geliyor.” O, ayıp etmeyi kafaya koymadan önce gitmek lazım iş yerine.

    Vedat Milor da Tevfik amcayla bir program yapmış. Şu adreste bu video var:
        https://www.facebook.com/671470829541390/videos/740770009278138/

     Peynirli ve kıymalı börek yapıyor. İsteğe göre böreğin üstüne pudra şekeri serpebilirsiniz. Farklı bir tat açıkçası. Ben genelde peynir seven biri olarak kıymalı börek (pudra şekeri olmadan) tercihim oldu. Börekler biraz küçük, bir buçuk veya iki börekle doyabilirsiniz. Biz 1,5 peynirli, 1,5 kıymalı söyledik. Yanında da toplam 4 çay. Hesap 34 TL. geldi. Börek 10 TL. diyebiliriz. Diğer börekçilere göre biraz pahalı ama bu da Börekçi Tevfik kalitesinin farkı olsa gerek. En az bir kere denemenizi tavsiye ederim.  

Üç Kapılar'a yakın Börekçi Tevfik ustanın yeri. Gitmek isteyenler için haritayı paylaşayım. 


Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Geldi Evlilik Yıldönümü - Düğün Davetiyesi


     Geçen yıl  facebook hesabımda tüm tanıdıklarımı davet etmek için yazdığım düğün davetiyesinde o güne kadar çektiğim zorlukları(!) anlatmıştım. Üstünden bir yıl geçmiş bile. Kutladığımız ilk 26 Eylül'de bu telaşı sizinle paylaşmak istedim. En az bu kadar güzel bir yılı herkesin yaşaması duasıyla...

"(Pek benzemese de) DAVETTİR (Sonunu getirebilene)


     İstanbul’da verdiğim onca emekten sonra tamam demiştim ama... “Öyle olmaaaaz. Bu işin annesi var, babası var…ailesi var” dediler. Beni aileye alsınlar diye otuzumdan sonra türlü şirinlikler yaptım, yılıştım, sırnaştım. Elimde bir demet çiçek, boynumda kravat, arkamda ailem (aslında dayak yeme ihtimalime karşı bir kaçı önümdeydi) acı kahve içmeye gittim. Tabiri caizse değil, bildiğin acı; karabiberli. Ve tabi ki bol tuzlu. Herkese aynı tepsiden servis edilirken bana ayrı tepside(Yedi Bela Hüsnü’ye gelen armut misali) gelişinden tahmin etmiştim zaten içindeki tuz oranının kahveden yüksek olduğunu. Eee öyle sofrada tuzluk istemeye benzemiyordu bu kız isteme, istemeseniz de tuzlu geliyordu kahveniz.
     Bir hafta boyunca kahvaltıda haşlanmış yumurtayı tuzsuz yedim. Millet deniz kenarında nefes aldıkça tuz kokusunu hissederken ben nefes verdikçe hissettim. “Nefes aldıkça değil, verdikçe burnuna tuz kokusu geliyorsa doğru mahallede dolaşıyorsun” dedim. Gerçi lise yıllarında da o mahallede dolaşmışım ama boş dolaşmışım demek ki.
     Neyse işte bizi tebrik falan ettiler..İlerleyen günlerde “Tabi tabi” dedim “Nişansız olmaz.” Sonra aklımı başıma toplayıp “İyi de ben ablamın düğününde bile oynamadım.” desem de “yüzme bilmeyeni denizin ortasına atacaksın, mecburen öğrenecek.” mantığıyla ilk cümlemi dikkate aldılar. “Tabi tabi, nişansız olmaz.”
     Sonra pistin ortasına atıldım. Dikkat ederseniz buradaki “atıldım” kendi isteğimle çıktım değil, birileri tarafından fırlatıldım anlamı taşıyor. Piyanist pistin ortasından çocuklarınızı alın dediğinde alınan çocuklara özendim. Beni ortadan alan olmayınca yeri geldi kostak kostak yürüdüm, yeri geldi bıdı bıdı çekirge oldum. Bizi alkışladılar, tebrik falan ettiler işte.
     Sonra nikah için toplandık. Bu sefer daha çok alkışladılar. “Tamam, bu sefer bitti galiba” dediğim sırada “Bu da yetmez damat. Daha kalabalık, daha kalabalık,çok kalabalık olsun dediler. “Tamam” dedim ben de “Bütün adamlarımı toplayıp geliyorum o zaman. 26 Eylül’de düğün yapıyoruz.” Bakın beni yalancı çıkarmayın. Ben bitanem için o kadar psikolojik ve fizyolojik dayanıklılık testinden başarıyla çıkmışken gelmezseniz ayıp olur.
     Gelemeyenler 26 Eylül akşamında misafir odasındaki orta sehpayı kenarı çekip flash tv.yi açsınlar ve aile bireyleriyle üstüne düşen görevi yapsınlar lütfen."


     Bir yıl boyunca hayatıma tat katan ve bana katlanan, dolayısıyla çektiği zorluklar yukarıdaki metnin karşısında destan olabilecekken sesini çıkartmayan sevgili eşime teşekkürler. Ömür boyu inşallah...  :) 
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İnsan Beyninin Uç Noktaları - Alzheimer ve Diğerleri



     Bir düşünün; bir gün sabah uyandığınızda bileğinizde metal bir bilezik buluyorsunuz. İncelediğinizde üstünde şu notu görüyorsunuz: “Bellek kaybı.” Elbette büyük bir şaşkınlık yaşarsınız. Ama belki de bu hissi, aynı bileklik için bininci defa yaşıyorsunuz. Şaşkınlığı üstünüzden attıktan sonra kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına geçiyorsunuz. İzlediğiniz programın ilk dakikalarını çoktan unutmuş, konu bütünlüğü olmadan,  sadece o anda izlediğiniz saniyeleri anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Kahvaltı yapmadığınızı düşünüyor ve tekrar kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına tekrar…Tanıdığınız insanlar o odada bulunanlarla sınırlı. Onlarla da yeni tanıştığınızı düşünüyorsunuz. Aralarında çocuklarınız olsa da…

Unutanlar


     National Geographic yazarı Joshua Foer de bellek kaybı yaşayan E.P.’yi incelemiş. 85 yaşındaki emekli laboratuar teknisyeni E.P. en son ne düşünmüşse onu hatırlıyor. Bir virüs E.P.’nin beyninde elma kurdu gibi çalışmış. Hipokampus zarar görmüş. Sadece çocukluğunu çok iyi hatırlıyor.   

Zeka Geriliği mi?


     Aya henüz ayak basılmadığını, benzinin litresinin ABD’de 25 cent olduğunu söylese de suyun kaç derecede kaynadığı, Brezilya’nın hangi kıtada olduğu, yemeklerin neden pişirildiği, neden tarih okutulduğu gibi sorulara zekice cevap veriyor. Kısacası bu insanların zeka ile problemi yok, beyindeki her şeyi kaydeden kısmı virüs yok ettiği için sadece hatırlayamıyorlar. E.P. her zaman güler yüzlü. Kızının söylediğine göre “Her zaman mutlu. Çok mutlu.”

Unutamayanlar



     Aslında insan hafızası bilim kurgu filmlerini zorlayacak kadar olağanüstü. Beyindeki nöronlar arasında sinaptik bağlantılar vardır. Yeni bulgulara göre her bir sinaps 4.7 bit'lik bilgi saklayabiliyor. Bu da beynin kapasitesinin 1 petabayt yani  1,000,000,000,000,000 bayt olduğunu gösteriyor. Daha net anlaşılması için şu örneği verebiliriz; Aşağıda gördüğünüz fotoğraf ABD Kongre Kütüphanesi’ne ait. Bu kütüphanenin basılı koleksiyonu kapasitesi 32 Trilyon Bit'tir.  


       
     41 yaşındaki kadın (A.J) 11 yaşından beri yaşadığı her günü saniyesi saniyesine hatırlıyor. Tıpkı Yağmur Adam filmine konu olan ve yaklaşık 12.000 kitabı ezberlediği söylenen Kim Peek gibi bir zihne sahip. Mükemmel bir özellik dediğimiz konu hakkında A.J. şöyle söylüyor : "Sabah saçımı kuruturken hangi günde olduğumuzu düşünüyorum. Ve zaman geçirmek için son yirmi yılı aklımdan geçiriyorum-aynen bir günlüğün sayfalarını karıştırır gibi...Ben oturup da bunları ezberlemiyorum. Bir şekilde biliyorum o kadar. Güzel şeyleri hatırlamak iyi bir şey. Ama kötü şeyleri de hatırlıyorum, her türlü hatalı tercihimi de...Tüm yol ayrımları, karar vermek zorunda kaldığım anlar ve on yıl geçmiş olsa da hala onlar üzerinde kafa yoruyorum. Pek çok şey için kendimi affetmiyorum."    

     Demek ki her şeyi hatırlamamız kendimizi kendimizden korumaya yönelik vücudumuzun bir otokontrolü. Şimdi karar verin bakalım; E.P. mi şanslı A.J. mi? Sanırım ben ikisinin de yerinde olmak istemezdim. Ama öncelikle A.J.'nin...

Alzheimerı Önlemek - Hafızayı Geliştirmek İçin

Stresten uzak durun:

     Araştırmalar sıkıntı ve kaygının beyni olumsuz etkilediği konusunda hemfikir. Bunun için stresten uzak durmaya çalışın. Tabi mümkünse :) 


Akıl Oyunları veya Sürekli Öğrenme:

     Bulmaca çözen, satranç oynayan veya diğer zihinsel oyunları oynayanların, bu faaliyetleri gerçekleştirmeyenlere göre iki daha fazla alzheimerdan korunduk gözlenmiştir. Bulmacalardan nefret edenler için okuma-yazma ve matematik tavsiye edilmekte.

     Rockefeller Üniversitesi'nen Fernando Nottebohm kanaryalar üzerinde yaptığı araştırmalarda şöyle bir sonuca ulaşmış; Kuşlar yeni bir şarkı öğrendiğinde, yeni besinler bulduğunda ya da yeni eşlerle buluştuğunda ölen beyin hücrelerinin yerini yenileri alıyor. Hepsine katılıyorum ama yeni eşlerle buluşma olayı kafanıza çeşitli materyallerle vurulmasına ve bütün beyin hücrelerinizi kaybetmenize sebep olabilir :) Kanaryalar kuş beyinleriyle bize güzel bir ders vermişler; sürekli öğrenin :)

Beslenmeye Dikkat:

    Besinsiz kalan beyin sorunları da beraberinde getiriyor. Örneğin Türkiye'de açlık grevi yapan M.A. ,  B vitamini eksikliğine bağlı olarak gelişen 'Wernicke-Korsakoff' sendromu sebebi ile uğruna açlık grevi yaptığı davayı bile unutmuş. Hastalığın şiddetine göre yaşadığınız son 20-30 yıl silinebiliyor.
    
    Uzmanların beyin hücrelerini yenilemesi için tavsiye ettiği besinlerse antioksidan içerikli. Bunun yanında düzenli egzersiz de olmazsa olmazlar arasında.

Uyku Şart:

    Nörofizyoloji uzmanı R.Stickgold "Öğrenme öncesinde ve sonrasında iyi uyuyamamak, yeni anıları kodlamayı zorlaştırır." diyor. İyi bir gece uykusu ders sonrası motor belleği %30'a kadar iyileştiriyormuş. Öğrenci kardeşlerimize de duyurulur...

  




Kaynakça : National Geographic, Kasım 2007.
                   http://www.sabah.com.tr/teknoloji/2016/01/23/iste-insan-beyninin-kapasitesi
                   http://www.hemensaglik.com/makale/alzheimer-hastaligini-onlemenin-5-yolu
 

    


Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Aşk Dokunur Mu?


     Bu ayakkabılar günümüzde Güney Kore’de iki roman ve bir belgesele ilham kaynağı olmuş, hakkında operalar düzenlenmiş. Peki ama insanları bu kadar etkileyen nedir?

     Güney Kore’de Andong kentinde konut yapımına karar verilir. Ancak konutların yapılacağı yerde bir mezarlık vardır. Mezarlığın başka bir yere taşınmasına karar verilir. Kazılan mezarlarda bir ayakkabı yanında notla birlikte bulunur. Notu dul bir kadın yazmıştır. 16.yüzyılda. Tam olarak 1 Temmuz 1586’da. Ayakkabıları yapan da o kadındır. Kendi saçından ve kenevir kabuğundan ördüğü ayakkabıları kocasının mezarına yerleştirmiş.

     Bıraktığı notta ise şunlar yazıyor: “İkimizin de saçları ağarıncaya dek benimle yaşamak istediğini söylerdin. Bensiz nasıl ölüp gidersin?”

     Sonra, aşkın zamanı da mekânı da aştığını belirten şu cümleleri yazmış : “Gizli gizli gel bana. Söyleyecek çok sözüm var ama daha fazla yazamayacağım. ”    


     Çiftle ilgili operalardan birini yöneten Prof.Park Chang-gun da şöyle söylemiş: “Zamanı aşan bir eser. İnsanları gözyaşına boğuyor.”




Kanyakça : Nat.Geo.Kasım 2007 Sayısı
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Bilinmeyenleri


Her devletin bir ulusal marşı vardır Bizim de ulusal Marşımız Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu, 12 Mart 1921’de kabul edilen İstiklal Marşı'dır.

Peki Cumhuriyet öncesinde ulusal marş neydi?


Osmanlı Devleti zamanında bir milli marş yoktu. Bu durum daha çok askeri alanda sıkıntıların yaşanmasına sebep oluyordu. Aslında bunun bir de trajikomik bir hikayesi vardır. Reşadiye zırhlı gemisini teslim almak için İngiltere'ye giden denizcilerimiz İngilizlerin marşlarının ardından bir ulusal marş okumak zorunda kalmışlardır. Ancak Türk askerinin hep bir ağızdan söylediği İngiliz askerinin de saygı duruşunda dinlediği, bir ulusal marş değil “Entarisi ala benziyor, Şeftalisi bala benziyor” isimli türküdür. Sanırım ilk ulusal marşımız bir türkü olmuş.


Neden bir marş yazılma gerekliliği duyulmuştur?


Bence yukarıda yazılı sebep bile bir ulusal marşın yazılması için yeterlidir. Kurtuluş Savaşı devam ederken İsmet İnönü 1920 yılının sonlarında Maarif Vekaletine askerin güç ve moral bulması için bir milli marş hazırlanması önerisini sunar. Maarif Vekaleti de bu marş için 500 lira ödül vereceğini duyurur.


Yarışmaya kimler katılmıştır?


Milli marş için Maarif Vekaleti’ne 724 şiir gönderilir. Şiir gönderenler arasında Tunalı Hilmi Bey, Kazım Karabekir Kemalettin Kamu, Rıfat Ilgaz gibi önemli kişiler vardı. Şiirler beğenilse de büyük bir heyecan uyandıramaz. Mehmet Akif Ersoy konulan para ödülünden rahatsızlığını dile getirerek yarışmaya katılmaz. Mehmet Akif Ersoy'un milli marş için şiir yazmasını çok isteyen Hamdullah Suphi Tanrıöver para ödülünün kaldırıldığını Mehmet Akif Ersoy'a söyler. Mehmet Akif Ersoy da şiiri kaleme alır.

İstiklal Marşı'nın kabul edilmesi


Türkiye Büyük Millet Meclisi kazanan şiirin belirlenmesi için 12 Mart 1921 günü toplanır ve yapılan toplantıda Hamdullah Suphi Tanrıöver ilk olarak Mehmet Akif Ersoy'un şiirini okur. Şiir öylesine bir coşku yaratır ki tekrar tekrar okunması istenir. Öteki şiirler artık okunmayacaktır bile. İstiklal Marşı kabul edilmiştir.

Peki ödüllü ne olmuştur?


Mehmet Akif Ersoy ödül olarak konulan 500 lirayı “Dar ül-Messi” adlı bir hayır kurumuna bağışladığını duyurur.

İstiklal Marşı'nın bestesi neden bu kadar yavaştır?


Mehmet Akif'in şiiri 10 kıta olduğundan tümünün beslenerek törenlerde kullanılması olanaksızdı Bu nedenle ilk iki kıtanın marşta yer almasına karar verildi 1924 yılında alınan kararla Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi 6 yıl boyunca marş olarak çalındı. Ancak sonrasında Zeki Üngör'ün bestesi marş olarak kabul edilmiştir. Besteyi yapan Zeki Üngör de marşın cenaze marşı gibi bestelenmiş olmasından Süleyman Tarman’ın “Atatürk ve Müzik” adlı kitabında şu sözlerle şikayetçi olduğunu okuruz:
“Ben İstiklal Marşı'nı bestelerken kulaklarımda İzmir'e koşan atlıların Dört Nal Sesleri vardı. Birde marşın bugün aldığı şekli düşünün. Başında metronom 80 olan bir eser hiçbir zaman cenaze marşına benzemez.”

Aslında yaşanan problem şudur; Zeki Üngör stüdyoda orkestrayla marşı çalar. Ancak teknisyenler marşın çok süratli olduğunu ve plağın yarısını doldurduğunu söylerler. Geri kalan kısım için başka bir marş çalınmasını isterler. Zeki Üngör bunu kabul etmez. Marşı ağır bir şekilde yeniden çalacağını, böylece plağın dolacağını söyler. Dinlerken de gramofonun hızının arttırılması ile  beste'nin gerçek haliyle dinlenebileceğini düşünür. Ancak kimse marşı çalarken gramofonun hızının arttırılması gerektiğinin farkında değildir ve marş günümüze kadar böyle gelmiştir.


Mustafa Kemal'in en çok sevdiği İstiklal Marşı dizeleri


Mustafa Kemal Atatürk şiirin bestelenmesi için kurulan komisyon üyelerinden İsmail Habip Sevük’e şunları söylemiştir:
“İstiklal Marşı'nın uzun olmaması konusunda mutabıkız söylendiği ve çalındığı zaman herkesi uzun uzun ayakta tutması elbette doğru olmaz. Ancak bu marşın İstiklal davamızı anlatışı cihetinden büyük bir manası vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur. Siz ise bu parçayı marştan çıkarmaya karar vermişsiniz:

'Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal'

Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır.

Mustafa Kemal bu konudaki isteğini komisyon üyelerine kabul ettirmeye çalışmamış, düşüncesini dile getirmiştir. Sadece bu küçük örneğin dahi Atatürk'ü diktatör olmakla suçlayanların düşüncelerini çürüttüğünü söyleyebiliriz. Ayrıca Atatürk'ü 'din düşmanı' diye tanımlayanlara da bu dizelerde yer alan 'Hakk'a tapan' kelimesi güzel bir cevaptır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin"


Can Bolat bir konuşmasında şöyle diyor;

“Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin;
İnsanların dört duvar içerisinde tutulduğu,
Geniş bir avlusu olan,
Etrafı büyük duvarlarla çevrili olan,
Bazen dikenli telleri olan,
İnsanların belirli aralıklarla avluya çıkmasına izin verilen,
İmza ile içeriye girdiğiniz,
Her gün yoklama yapılan,
Müdür tarafından yönetilen,
Koridorlarında nöbetçiler olan,
Çıkarken çok mutlu olduğunuz.”

Tahmin etmesi çok zor olmasa gerek.

Çok değerli Öğr.Gör. Mehmet Yapıcı ise bir makalesinde “Okul, hemen hemen hepimiz için ‘coşku ile geri dönmek için’ gidilen bir yerdir.” diyor.

Okulları bu kadar itici kılan eminim anlayış eksikliğidir.
Beklentilerin çok yüksekte değil imkansız olanda tutulmasıdır.
Veliler ve öğretmenler tarafından verilen imkansız görevler…
Zaten yapamayacağı bu görevleri yerine getiremeyen öğrenciyle dalga geçilmesiyle de okulun hapishaneden pek bi farkı kalmaz.

Hiçbir araç olmadan uçamadığınız için bir kuş tarafından “gerizekalı” olarak nitelendirildiğinizi veya beş dakika suyun altında kalamadığınız için bir balık tarafından “salak” olarak nitelendirildiğinizi düşünseniz ya. Ne tuhaf olurdu.   

Bir kaç örnek vermek gerekirse;
Örneğin Prof.Dr.N.Senemoğlu ergenlik döneminden bahsederken şöyle söylüyor;

“Bu dönemde, birden bire hızlı büyümenin etkisiyle ergende vücut koordinasyonunda yetersizlikler, psiko-motor becerilerde acemilikler gözlenebilir…yemek tabağını düşürme, herhangi bir aracı tamir ederken kırma vb. davranışlar görülebilir. Ana-baba ve öğretmenler, ergenlik dönemindeki bu özelliğin farkında olarak, onu becerisizlikle suçlamamalı; ergenin kendini algılayışı üstünde olumsuz bir etkiye neden olmamalıdırlar.”

Mesela Piaget de 4-7 yaş aralığındaki çocuklar için şunları söylüyor;

“Gerçek olaylar onun zihninde birbirine karışır, gerçek ve kurguyu ayırt edemeyebilir. Yalancılıkla suçlanmamalı.”


Kaynakça: Öğretmenler İçin Piaget İlkeleri,
                   Gelişim, Öğrenme ve Öğretim Prof.Dr.Nuray Senemoğlu
                   Mehmet Yapıcı – Asık Suratlı Okul (http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=298)
                   Özgür Bolat (https://www.youtube.com/watch?v=89J3u6zBndE)

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Unutulmayan Öğretmenler


Benim en çok saygı duyduğum öğretmenler o yıl birinci sınıfları okutacak öğretmenlerdir.
Bir düşünün;
Sınıfa giriyorsunuz, karşınızda 35-40 öğrenci.
Kimisi ağlar, kimisi annesini yanında ister, kimisi hakkımda kısmında anlattığım gibi okuldan koşturarak kaçar.
Bu öğretmen diğerleri gibi “Hadi bakalım çocuklar! Türkçe kitabınızı çıkartın.” diyemez.
Çünkü karşısındakiler okuma yazma bilmiyordur zaten.
Tek tek çantalarından kendisi çıkartır.
Hadi diyelim kitabı buldular “10.sayfayı açın” diyemez mesela.
Tek tek kendisi açar yine bütün öğrencilerin sayfasını.
O, sınıfın bir ucundan başlayıp son öğrencilerine yaklaştığını sanırken, kitaplarını açtığı öğrenciler çoktan sayfaları değiştirmiş veya kitabı kapatmıştır.
Başa döner.
Başı döner.
Tekrar tekrar tekrar.

Daha bunun gibi insanın sabrını sınayan neler neler…
Ruha dokunur ilkokul öğretmenleri.
İşte bunun için de kolay kolay unutulmazlar.
Benim değerli öğretmenim Cennet Demirbaş’ı unutmadığım gibi Tarık Akan da unutamamış öğretmenini aramış bulmuş 2014’de.
Okulların açılmasına bir gün kala, bugün toprağa verilen Tarık Akan şöyle anlatmış Aliye öğretmeni.

"İlkokula Erzurum Dumlupınar’da başladım. Okulumuz bir odada 5 sınıf, 1 öğretmenden ibaretti. Bu arada bir sınıf atlayarak ikinci sınıfa geçtim. Daha sonra babamın tayini çıktı ve Kayseri’ye geldik. Burada da okula başlayınca henüz okuma yazma bilmediğim için tekrar birinci sınıfa aldılar. İkinci sınıfta ben inanılmaz bir kekeme oldum. Sanki hiç konuşamıyordum. Benim bir Aliye öğretmenim vardı. Bu durumumdan dolayı öğretmenim tüm çocuklar gittikten sonra beni yanına alır ve kekemeliğimi yenmem için her gün benimle ilgilenirdi. Beni konuşturmak için 1,5 yıl uğraştı. Bana dedi ki peki Tarık “senin en kolay söylediğin kelime nedir? Bende “hele”dir dedim. O zaman bana dedi ki bu kelime (hele)’nin arkasına kelimeler ekleyerek konuş dedi. Mesala hele be, hele sen gel, hele sen oraya gir, gibi beni eğiterek bana konuşmayı öğretti. O Aliye öğretmenimin sayesinde 5. sınıfa geldiğimde okulun birincisi olmuştum ve beni bilgi yarışmalarına sokardı. O öğretmenim bana yarınımı kazandırdı. Babam tayinci olduğu için yine bir tayin geldi ve oradan da ayrılmak zorunda kaldık. Yıllar sonra onu bulmak, elini öpmek için bir gün Kayseri’de Telekom’u arayarak Aliye isminde ne kadar insan varsa hepsinin numarasını aldım. Kendimi tanıtmadan yaklaşık 20 kişiyi aradım. Her aradığıma benim Kayseri’de Sümer İlkokulunda Aliye isminde bir öğretmenim var onu arıyorum dedim. İçlerinden birisi benim uzaktan bir akrabam var aynı isimde ama o Kayseri’den gideli uzun yıllar oldu dedi. Nerede olduğunu sorunca İzmir Karşıyaka’da dediler. Orada da aramaya devam etim. Yine birisini arayınca karşıdaki kişi dedi ki benim öyle bir akrabam vardı. Tabi kendimi tanıtınca inanamadı. Ama dedi hep senin adını söylerdi. Ama şimdi İstanbul Üsküdar’da oturuyor ve soyadı da değişti dedi bana. Daha sonra ağabeylerini daha sonrada öğretmenimi buldum. Sonunda öğretmenimi buldum ve ağlayarak sevgili öğretmenimin öğretmenler gününü kutladım. Aliye öğretmenim, aradan 45 küsür yıl geçmesine rağmen unutamadığım tek insandır."


Büyük sanatçıya Allah’tan rahmet, bütün öğretmen ve öğrencilere de başarılar diliyorum.  
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Mustafa Kemal'in Fasulye Ayıklamasını Görmelisin"

   
   

     Trablusgarp Osmanlı toprağıdır. Vatan toprağıdır. Söz konusu vatan olunca Mustafa Kemal de  gönüllü olarak düşmüştür yola. İskenderiye'de hastalanır. Bir müddet hastanede yatar. Daha sonra arkadaşları Mehmet Nuri (Conker) ve Ahmet Fuat (Bulca) gelir yanına. Beraber Trablusgarp için savaşmaya gidecekler.

     Bu sırada Nuri Conker'in Salih Bozok'a gönderdiği bir mektup beni gerçekten çok etkiledi. Çektikleri bunca zorluğa rağmen ne kadar fedakarca davrandıklarını bu mektubun satır aralarında buluyoruz. 

  Kardeşim Salih,
İskenderiye'deki işlerimizi bitirmek ve yolculuk için gerekli malzemeyi hazırlamak için iki hafta kaldık 29 Kasım 1911’de İskenderiye’den trenle beş-altı saatte Ebü’l-Haccac istasyonu’na geldik. Bu istasyon trenin bitiş noktasıdır. 1 Aralık 1911 Cuma, yani bayramın birinci günü. buradan atlara binerek batıya doğru yola çıktık. Sekiz gün sürekli yürüdük Eşyalarımız develerde yüklüydü. Yürüdüğümüz arazi, Mısır içlerinde çöldür. Bugün sınırı geçtik. Mısır'dan Bingazi toprağına geçmiş oluyoruz. Artık tehlike kalmadı. Buradan sonra iki günlük uzaklıkta. Resuldefne mevkiine gideceğiz. Sağlığımız yerindedir. Gündüzleri, bazen de geceleri yürüyoruz. Geçtiğimiz yollarda yerleşim yeri adına hiçbir şey yok Tek tük bedevi Arap çadırlarından başka bir şey gömüyoruz. Kaçak olarak, Mısır gibi yabancı ülkede hareket ettiğimizden, yerleşim yerlerinden sürekli uzak bulunmak zorundaydık. Geceleri çadırda yatıyoruz; yemeğimizi kendimiz pişiriyoruz. Mustafa Kemal'in fasulye ayıklamasını görmelisin. Aşçıbaşımız Fuat’tır. Re'süldefne'den sonra Derne'ye mi, yoksa Bingazi’ye mi gideceğiz, orada belli olacaktır. Bizi kesinlikle merak etmeyin. Bu gece sının geçtiğimizden, bütün gece boyunca yürüdük. Şimdi bir kuyu başındayız. Çadır kurup uyuyacağız. Bu mektubumu Mısır'a gitmekte olan bir Arap’la gönderdim. İskenderiye’den postaya verecektir. Allahaısmarladık 
                                                                                                          Mehmet Nuri

Siz ne mükemmel insanlarsınız..
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

'ACEMİ' Sözü Nereden Gelir? İlk Otomobil


Osmanlı topraklarına ilk otomobil 1895'te Basra Mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından getirilmiştir.
Yıldız Sarayı'nda görevli seyis Abdurrahman Bey bu işi bırakarak otomobili kullanmaya başlar.
Halk heyecanla otomobilin gelip geçişini bekler. 
Otomobil gelirken de birbirlerine 'Acem' geliyor derler.
Bunun sebebi, Abdurrahman Bey İran kökenli olduğu için "Acem Abdurrahman" olarak adlandırılmasıdır.
"Acemi" kelimesinin kökeni de buraya dayanmaktadır. 



Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

“ÇİZMEYİ AŞMA” Deyimi Nereden Geliyor?



Efesli Ressam Apelles, Büyük İskender’in resimlerini yapmakla ün salmıştır.
Apelles tablolarını halka sunup bir perdenin ardından yapılan yorumları dinlemeyi çok severmiş.
Bir gün sergiyi gezen bir ayakkabı ustası tablada yer alan insanların ayakkabılarını eleştirmeye başlar.
Ayakkabıcının eleştirilerini dinleyen bir kalabalık oluşur. Apelles de iyice kulak kabartır.
Ayakkabı ustası eleştirilerine sanat ve teknik yönden devam edince Apelles gizlendiği perdenin ardından bağırır;
“Efendi, haddini bil, çizmeden yukarı çıkma!”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

9 Eylül - İzmir'in Kurtuluşu


Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu, Bu ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti. Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ahmet..



Ahmet.
Üstü başı kir içinde.
Ayakkabıları çamurlu.
İlkokul yıllarında daha.
Annesi bu şekilde okula gidilemeyeceğini söyler.
Dinlemez annesini.
Evden çıktığı gibi sınıfa girer.
Öğretmeni gelir ve daha bütün çocuklar ayaktayken
“Ahmet, çabuk eve git ve üstünü başını düzeltip öyle gel!” der.
Öğretmeni annesidir.
Çaresiz evin yolunu tutar.
Ahmet büyür.
O gün evinden çıktığında ise amacı;
Soğuk kış sabahında, eşi ve çocukları üşümesin diye, arabayı ısıtmaktır.
Arabanın kaputuna bırakılan bombanın patlamasıyla hayatını kaybeder.
Tam adı: Ahmet Taner Kışlalı’dır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ünlü Birinin Yakını Olmak


Öncelikle Altan Erbulak'ın kim olduğundan bahsedeyim. 
Ünlü karikatürist, oyuncu, gazeteci. 1929 Erzurum doğumlu.

İnönü Stadyumu'nda oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçına girmek isteyen bir kişi elinde Altan Erbulak'ın kartını tutmaktadır.
Tribünler tıklım tıklım dolu olduğu için kapılar saatler öncesinde kapanmış.
Kapının önü çok kalabalık.
Kapıdaki aksi görevli ise kimseye taviz vermemektedir.
Elinde Altan Erbulak'ın kartını tutan adam görevliye yaklaşır ve kartı uzatarak;
"Bunu size vermemi istediler."der.
Görevli şaşırır, kartta şöyle yazmaktadır;
"Kart hamili yakinimdir, maça alınmasını rica ederim."
Görevli kapıyı adama derhal açarken çevreden gelen tepkilere "Duymadınız mı yahu, adam Altan Erbulak'ın yakını" der. 

Aslında elinde kartla içeriye giren adam Altan Erbulak'ın ta kendisidir.
Peki neden böyle bir şey yapmıştır?
Çünkü bir önceki Galatasaray-Fenerbahçe girmek için aynı görevliye "Ben Altan Erbulak" diye kendisini tanıtsa da görevli karşısında duran 1.64 boyundaki adama "Sahtekar, koskoca Altan Erbulak böyle mi olur?" demiştir.

Sanırım bazen bir kişinin yakını olmak kendisi olmaktan daha etkili oluyor.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Dalmaçya'dan Osmanlı'ya...


Dalmaçya. Nadin kenti.
Joseph. Kimsesiz, ahırda çalışan, çıplak ayaklı bir çocuk.
Dul bir kadın çocuğun bu haline görünce çok üzülür.
Ölen kocasının ayakkabılarının yanında anne şefkati de verir küçük çocuğa.
Yıllar sonra büyüyen çocuk, Maria isimli bu kadına ağzı mühürlü bir torba gönderir.
Mührü açan Maria gördüğüne inanamaz;
İçleri altın dolu bir çift ayakkabı. 

Peki Joseph nasıl bu kadar zengin olmuştur?
Çalıştığı ahırın konağına İstanbul’dan bir misafir gelir.
Gelen misafir çocuğun kimsesiz olduğunu öğrenince çocuğu İstanbul’a götürmeye karar verir.
İstanbul’da Devşirme Ocağı’na teslim eder.
Joseph artık Yusuf olmuştur.
Çalışkanlığı ve zekasıyla burada da dikkati çeker.
Saray-ı Hümayun’a gönderilir.
Padişahın silahlarını korumak, bakımını yapmak, törenlerde de taşımakla görevlendirilir.
Silahtar Yusuf  Paşa sürekli padişahın yanında bulunur.
Sultan İbrahim, Yusuf  Paşa’yı Kaptanıderyalığa getirir.  
Hatta tarihçiler tarafından ‘deli’ olarak adlandırılan Sultan İbrahim kızını dillere destan bir düğünle Yusuf  Paşa’ya verir.
Tarihte bu evliliği unutulmaz kılansa düğün töreninin gösterişi değil,
Yusuf  Paşa’yla evlenen Fatma Sultan’ın henüz üç yaşında olmasıdır.

‘Deli’ İbrahim tüm yalvarmalara rağmen Yusuf Paşa’yı Girit’i alamadığı gerekçesiyle öldürtür.
Ve cesedine bakarak şöyle der;
“Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık oldu, kıydım.”
Böylece Fatma Sultan da dört yaşında dul kalan bir çocuk olarak tarihe geçer.

 Sunay Akın’ın ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabından yararlanılmıştır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Anadolu'da Bir Köy



Anadolu köylerinden biri.

Kadın kocasıyla çoktan uyumuş. Daha doğrusu kocasının uyumasını beklemiş. Çünkü kesin kararlı; bu gece dışarıda bekleyen aşığıyla evden kaçacak. Yeni bir hayat kuracaklar. Gece pencereden bahçeye atlayıp koşmaya başlamışlar. Soluklanmak için verdikleri ilk molada, kadın ayakkabısının içinde evden kaçtığından beri kendisini rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamak için ayakkabısını çıkartmış. Elini ayakkabının içinden çıkardığında gözlerine inanamamış; bir tomar para.
Parayı koyan, her şeyin farkında olan, Aşık Veysel’dir. Ve şöyle der; “Bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu…Yaban elde muhtaç olmasın.”

1952'de Aşık Veysel'in hayatını film yapmak istemiş Metin Erksanla Bedri Rahmi Eyüboğlu. Ama sansür kurulunun bir çok engeliyle karşılaşmışlar. "Karanlık Dünya" demişler filme. "Karanlık dünya mı olur?" diyerek "Aşık Veysel'in Hayatı" olarak değiştirmişler. Tarlaların göründüğü sahnelerdeki başakları çok kısa ve cılız bulunca "Türk topraklarının böyle bereketsiz olamayacağı" gerekçesiyle makaslamışlar. Yerine Amerika propagandası için çekilen filmlerden kesilen gür ve bereketli hasat sahneleri eklenmiş. Aşık Veysel'in hayatında Amerika'nın Hudson Ovası görüntüleri.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Kara Salih Çavuş – Büyük Kahraman


Balkan’da, Çanakkale’de, Suriye’de savaşmış bir kahraman
-neden çarşaf giyip kırıta kırıta yürüdüğünü,
-cephaneyi neden tabuta koyup cenaze namazı kıldıklarını,
-dişlerinin, tırnaklarının neden tek tek söküldüğünü kendisi anlatıyor.


Kara Salih Çavuş’a büyük bir minnet borçluyuz.    

“Balkan’da vuruştuk. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in idaresinde Arıburnu’nda süngü hücumu yaptık. Hepimiz Mustafa Kemal’e hayrandık. Ne emir verse yapmaya hazırdık. Ölümü bile göze alıyorduk. Öl dese ölürdük. En beklenmedik anlarda Mustafa Kemal’i karşımızda görünce sonsuz bir cesaret kazanıyorduk. Arıburnu’nda kimse onun sözünden çıkmadı. Zaferi kazandık.

Sonra beni Suriye’ye gönderdiler. Bir de baktım yine Mustafa Kemal’in emrindeyim. Nasıl sevindim, anlatamam. O başımızda oldukça yenilmeyeceğimizi biliyorduk.

İstanbul’dan döndükten sonra bir gün beni Mustafa Kemal’in çağırdığını söylediler. Çok heyecanlandım Ve kalkıp gittim. Demek ki Mustafa Kemal bizi unutmamıştı. Şişli’deki evine gittim. Mustafa Kemal’in yaveri orada elime bir mektup verdi. Mektup gizli örgütte çalışan Nizamettin Bey’e yazılmıştı. Adresini verdiler, kalkıp gittim. Teşkilat herhalde benim kim olduğumu biliyordu. Karşımdaki tanımadığım kişi bana, 'Gel oğlum,’ dedi. 'Sen, güvenebileceğimiz bir insansın. Sana yeni görevler vereceğiz.’ “Emriniz olur." dedim. Beni bir odaya aldılar. Odada bir masa vardı. Beni masanın başına getirdiler. Masanın üzerinde bir Kuran, bir sancak, bir de tabanca duruyordu. Üçüne birden el bastık ve hayatımız pahasına da olsa sır vermeyeceğimiz: yemin ettik. Gizli görevim böyle başladı.

O zaman İstanbul’daki esas mesele Anadolu’ya silah kaçırmaktı. Bu iş için çeşitli girişimler yaptık. Sarayburnu'nda Fransızların cephane deposu vardı. Bir gün Aziz Hüdai beni çağırtarak bu depoyu boşaltacağımızı bildirdi. Bana verilen görev, gece ve gürültü çıkarmadan nöbetçiyi öldürmekti. Bir-iki gün deponun civarında dolaşarak nöbet saatlerini tespit ettim. Nihayet son gece üzerime bir çarşaf giyerek Sarayburnu’na yollandım. Deponun önünde Senegalli bir asker nöbet bekliyordu. Kırıta kırıta nöbetçinin önünden geçiyordum. Kim bilir kaç zamandır gözü dönmüş olan zenci dayanamayarak üzerime yürüdü. Çarşafın altına gizlediğim kılıcı çektiğim gibi zavallı nöbetçiyi yere serdim. Adamın ne kabahati vardı; ama... Bütün arkadaşlar da pusuda bekliyorlardı. Bir anda koca cephaneliği sahildeki Nazif kaptanın motoruna naklettik. Fakat zencinin cesedi bütün işi bozabilirdi. Onu da cephaneliğe naklederek, kalan cephaneyle birlikte havaya uçurduk. Ve mesele kapandı gitti.

İstanbul’da daha bir yığın işler gördük. Her gün Anadolu’ya oluk gibi cephane akıtıyorduk. Fakat en son boşalttığımız Davutpaşa cephaneliği yakalanmama sebep oldu.

Davutpaşa’daki silahları Yüzbaşı Ata Bey’in evine götürmüş, oradan dışarı yolluyorduk. Fakat her defasında yeni yollar bulmak lazımdı. Son hadisede silahları bir tabuta koyarak evden çıkarmıştık. Cenazenin Yusuf Paşa Camii’nde namazını kıldırdık. Tabut oradan Anadolu’ya nakledilecekti. Fakat müezzin efendi bizi ihbar etmiş, basıldık. Hepimiz darmadağın olduk. Ben de yakalandım. Damat Ferit imzalı bir teskereyle muhakemesiz idamımıza karar verildiği bildirildi.

İş bu kadarla kalsa gene iyi. Sen ne söylüyorsun beyim, tam 22 gün beni konuşturmak için yapmadık işkence bırakmadılar. Bak, bugün ağzımda tek diş yoktur. Bütün dişlerimi teker teker söktüler. Sonra sıra tırnaklarıma geldi. Evvela ellerimde, sonra ayaklarımda tek bir tırnak bırakmadılar. Sonra ayağımın altına çivi çaktılar. Bugün hâlâ iki parmağım tutmaz. Kış günü çırılçıplak havuza attılar. Yemediğim dayak kalmadı. Öbür dünyaya kaç defa gidip geri geldik. Bugün artık bedavadan yaşıyoruz.

Bereket versin teşkilatta bir Ömer Bey varmış. Onun vasıtasıyla Ereğli’ye kaçırıldım. Ondan sonra da istiklal Harbi’ne katıldık. . . Orada da Mustafa Kemal’in emrinde çalıştım. Düşmanı perişan ettik. Gazi’yi yine sık sık görüyordum. Beni Çanakkale’den ve Suriye’den hatırlıyordu. Çakmak çakmak gözleriyle bana bakıyor, ‘Zafere ulaşacağız.’ diyordu.”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Hatay ve Atatürk - Hatay'da Türk Askeri Nasıl Karşılandı?




     Bilirsiniz, Hatay'ın anavatana katılması hemen gerçekleşmemiştir. Fransızların işgalinden sonra ayrı bir Hatay Devleti kurulmuş. İlk ve son cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, başbakanı da Abdurrahman Melek olmuştur.

     Abdurrahman Melek, Atatürk'ün Hatay'ın anavatana katılması konusunda ne kadar çok uğraştığını, hatta hastalığına rağmen güney illerine seyahatler düzenlediğini anlatıyor.
"Gazi Paşa'nın Adana'ya gelişlerinde yapılan törene biz de siyah bayraklarla katıldık. Karalar giymiş bir kız, 'Paşam bizi de kurtar!' diye bağırınca, Gazi Paşa, 'Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz!' diye cevap verdi. Bayram ettik."

     Abdurrahman Melek'in 'Bayram ettik' sözü aslında bize Atatürk'ün tek bir sözüyle ne kadar büyük işler başarabileceğini ve halkın da buna yürekten inanmış olduğunu gösteriyor.

     Zaten Atatürk de bu konuda şöyle diyor; "Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay meselesi benim vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse bunu kendi başıma halletmek için zorda kalırsam hemen devlet başkanlığından ve hatta mebusluktan istifade ederim."

     Sonrasında Abdurrahman Melek Türk ordusunun Hatay'a girişini şöyle anlatıyor;
   
    “23 Haziran’ da Orgeneral Asım Gündüz’ün başkanlığında bir Türk heyeti Hatay’a geldi, yer yerinden oynadı.

     25 Temmuz sabahı Binbaşı Süleyman’ın komutasındaki bir Türk taburu Payas sınırını aşarak Hatay’a girdi. Şehirlerden, köylerden binlerce insan sınıra hücum etmişti. Heyecandan ağlayanlar, askerlerin ayaklarına kapananlar, dua edenler vardı. Bir buçuk saat sonra da alay kumandanı Şükrü Kanatlı’nın komutasındaki Türk askeri Hatay topraklarına girdi ve halk görülmemiş bir coşkuyla askerleri selamladı. Askerleri karşılayanlar arasında Ermeni cemaat reisleri de vardı. Şükrü Kanatlı onlara iltifat ederek yüzlerini güldürdü. Türk askerlerinin geleceğini duyunca göç etmeye kalkan Ermenilere artık güven gelmişti.

     Herkes askerleri görmek için koşuyordu. Yüz bini aşan bir kalabalık yollarda Türk askerini alkışlıyordu. Fransız taburu da Türk askerlerine selam durdu. Her yer, 'Yaşasın Türk askeri, yaşasın Atatürk!’ sesleriyle inliyor, kurbanlar kesiliyor, insanlar askerlerin ayaklarına kapanıyordu. Bu coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım."

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Çanakkale ve Şehitlikler Bir Günde Nasıl Gezilir?( Hiç Bilmeyenler İçin)


     Çoğu insan benim gibi Çanakkale ve şehitlikleri gezmek istiyor ancak , Çanakkale'yi hiç bilmediği için, nereden başlayacağına ne şekilde gezeceğine karar veremiyor.

     "Bir günlük geziyi işkenceye dönüştürmeden, en verimli şekilde nasıl planlayabiliriz?" sorusunu cevaplamaya çalışacağım. Tabi bu benim edindiğim bir günlük tecrübeye göre. Siz çok daha fazlasını ekleyebilirsiniz.

     Kalitesinden ve hizmetinden oldukça memnun kaldığım için bazı kişi ve firma isimlerini de gönül rahatlığıyla vereceğim.

     Bir sosyal bilgiler öğretmeni olarak burada yaşanan olayların çoğunu daha önce okudum, öğrendim. Ancak bu olayların yaşandığı yerleri birebir görerek o ruhu hissetmek adına bir rehber eşliğinde gezmeye karar verdik. Size de tavsiyem kesinlikle budur.

     Geziyi planladığım günün bir gün öncesinde internetten bulduğum üç dört tane tur firmasını aradım. İsmini Çanakkale'ye oldukça yakıştırdığım Yurtsev Beyle görüştükten sonra "Lutars Turizm"in turuna katılmaya karar verdik. Her gün tur düzenliyorlar. (Yurtsev Yarıcı : 0543 787 29 17)


     Anadolu yakasındaysanız buluşma yeriniz Vitalis kültür Cafe oluyor. Yeri çok basit, merkezde Gestaş İskelesinde, zaten feribota oradan biniyorsunuz.

   

     Ama biz öncelikle kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradık. Yurtsev Bey aracı aşağıdaki haritada işaretlediğim ara sokağa park edebileceğimi söyledi. Yine orada bir simitçi varmış.

     Belediyenin otoparkıydı, bir günlük ücreti 8 tl.



     Kahvaltı içinse gerçekten çok güzel bir yer Nar Simit Evi. Google haritalarda bile önünde kuyruk varken fotoğraflanmış. Simitleri ve poğaçaları harika..

     Daha sonra buluşma noktasından emekli sınıf öğretmeni Selahi TUTMAZ rehberliğinde yürüyerek feribota biniyorsunuz. Karşıda sizi araç bekliyor olacak. Bizim grubumuzda yaklaşık 30 kişi vardı. Yolculardan bir kısmı da Eceabat tarafından binmişti. Siz de o taraftan gelecekseniz buluşma noktasını telefonda konuşursunuz.

     Şehitlikler hakkında detaylı bilgi vermeyeceğim. Ama şunu söyleyebilirim efsanelerden, hurafelerden uzak; rakamlarla, isimlerle örneklendirerek gerçekçi bir bakış açısı yakalayan, ezbere yaptığı alıntılarla, şiirlerle duygusallığı da eksik etmeyen Selahi Öğretmenin rehberliğinden oldukça memnun kaldım. Geziye başlamadan önce bütün şehitlikleri bir günde görmenin imkansız olduğunu ama bütün önemli noktalara götüreceğini de belirtti. Çanakkale'ye döndüğünüzde akşam 6'yı buluyor zaten. Dolu dolu bir program diyebilirim.

     Kişi başı 60 tl alıyorlar.
     Feribota, müzelere, öğle yemeğine siz para vermiyorsunuz.
     Yani akşama kadar keyfi olarak almak istediğiniz hediyelikler ve içecekler dışında cebinizden beş kuruş çıkmıyor. Zaten kendi aracınızla karşıya geçmek isteseniz tek geçiş için 30-35 tl para vereceksiniz. Etrafa da boş boş bakacaksınız.

     Öğle yemeğinizi Grand Eceabat Hotel'in çatı katında yiyorsunuz. Standart bir köfte menüsü veriyorlar. Ama gayet güzel bir yemekti. İşin güzel taraflarından biri yayık ayranını sürahiyle getiriyorlar ve bittikçe de isteyebiliyorsunuz. Diğer güzel tarafı ise kendiniz çayınızı, sütlü kahvenizi hatta sıcak çikolatanızı istediğiniz kadar alabiliyorsunuz. Öğleye kadar olan yorgunluğu atmak için gayet güzeldi. Aşağıdaki fotoğrafı da manzarasını görün diye ekledim, doğruyu söylemek gerekirse biz gittiğimizde masalar o kadar süslü değildi.


    Diğer şehitlikler ve anıtları yine rehberimizin güzel anlatımıyla gezdikten sonra akşam 6'da Çanakkale'ye döndük. 

    Burada da yürüme mesafesinde, filmde kullanılan Truva atını ve Aynalı Çarşı'yı gezebilirsiniz. İkisi ters istikamette ama birbirine oldukça yakınlar. 



    Akşam yemeği için tavsiyem sardalyedir. Aynı isimdeki balıkçıya mutlaka gidin. Güler yüzlü bir bayan karşıladı bizi. Sardalyeyi servis mi yoksa ekmek arası mı istersiniz? diye sordu. Biz de onun tavsiyesini istedik. "O zaman ekmek arası gönderiyorum" dedi. Şimdiye kadar yediğim en güzel ekmek arası balıktı diyebilirim. İşte yeri ve fotoğrafları

          
      

     Sonraki hedefimizse meşhur peynir helvası oldu. Meşhurların içinde en meşhurunu aradık. Yine yürüyerek 10 dakika mesafede olan Babalık Peynir Helvacısı'nı bulduk. İki çeşidi var normal ve fırınlanmış. Biz ikisini de aldık. Kalite olarak gayet güzel ama tarz olarak pek benim arayacağım bir tatlı değil. Fırınlanmış olanın tadı daha ağır geldi bana. O yüzden tercihim normal olandan yana.

       


     Günün sonunda Çanakkale'nin şehitlikleriyle, temizliğiyle, farklı tatlarıyla beni oldukça etkilediğini fark ettim. Burada yaşamak da eminim çok güzel olurdu. Önceden hep 'Eskişehir'de yaşanır.' derdim, şimdi yanına Çanakkale'yi ekliyorum. Hatta denizinin varlığı da çok büyük bir artı.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Pide Değil Sanat Eseri - Aydın Yenipazar'ın Meşhur Pidesi

   

     Öncelikle şunu söyleyeyim; bu yazıyı, Aydın-Denizli arasında bulunan Yenipazar'dan geçme ihtimaliniz varsa veya ben bunun için özellikle buraya giderim diyorsanız okuyun. Aksi halde kapatın sayfayı gitsin. Yoksa kuracağınız güzel cümlelerle(!) kulağımı uzun uzun çınlatmanızı istemem. :)

     Yenipazar Aydın'a yaklaşık 39 km. , Denizli'ye ise 101 km. uzaklıkta. Ancak aklınızı fazla karıştırmayayım eğer İzmir-Antalya veya Antalya-İzmir yönünde seyahat ediyorsanız anayoldan sadece 8 km. uzaklaşmanız gerekecek. 'Ya bi pide için o kadar gidilir mi?' diye benim de aklımdan geçmedi değil. Ama şimdi cevaplıyorum 'Gidilir.' Değil 8, 80 olsa da giderim ben artık. Sebeplerini şimdi anlayacaksınız.

     İlçeye giden yolun her tarafında pide salonlarının tabelalarını görüyorsunuz. Bu kadar küçük bir ilçe için çok demek bile yetmez ama demek ki ilçe dışından müşterileri çok fazla.

     İlçeye girdiğinizde sizi Yörük Ali Efe'nin heykeli karşılıyor. Hemen arkasında rengarenk boyanmış merdivenleriyle, tepede yeldeğirmeniyle ve sokaklarının temizliğiyle açıkçası beni çok şaşırttı bu şirin ilçe. Yörük Ali Efe Müzesi de var ancak biz geç gittiğimiz için göremedik.

   


     Eğer kendi aracınızla gittiyseniz aracınızı üstte yer alan Yörük Ali Efe heykelinin fotoğrafını çektiğim yere park edebilirsiniz. Zaten bahsedeceğim Ağırtaş Pide Salonu da hemen sağ tarafta, ara sokakta yer alıyor. Biz Yenipazarlı bir arkadaşımızın tavsiyesiyle buraya gittik. Onun için diğer pide salonları hakkında bir şey söyleyemeyeceğim.

    İçeri girince ne çeşit pideleri tavsiye edeceğini sorduk. Siz oturun ben size karışık getireceğim dedi usta.

     Öncelikle çok güzel bir salata, beraberinde de fırında pişirilmiş sebzeler geldi.


    Sonra bir çok insanın 'Ayy, ne tatlı biberler öyle' diyeceği, ancak sonradan ne kadar çok yanıldığını anlayacağı biberler... Ben hayatımda öyle acı bir biber yemedim. Bir süre dudaklarımı hissetmedim diyebilirim.




     Gelen bir sonraki tabağa 'Bu nedir?' diye sordum. Limon desem limon değil. Ama cevabını öğrenince bir Antalyalı olarak utandım; Turunç.   Ne bileyim, reçeli dışında hiç kullanılmaz ki Antalya'da. Ama inanılmaz güzel bir kokusu var ve kıymalı pideyle birlikte harika oluyor. Kesinlikle isteyin.

   

     
     Pidelerden ilk olarak ikişer tane kıymalı geldi. Fındık lahmacuna benzese de bu yuvarlak pide bambaşka bir şey diyebilirim. Kıymalı olup da bu kadar hafif olanı ilk defa gördüm. Muhtemelen turuncun da etkisi vardır. (Usta en başta karışık dediği için ben pidenin üstünde kıymadan başka bir çok şey aradım ama karışık dediği hepsinden ayrı ayrı getirecekmiş :)


   
    Ardından iki çeşit peynirli pide geldi. İkisi de birbirinden güzel. Hangi peynirliyi daha çok beğendin desen cevap veremem. Peki peynirli mi kıymalı mı desen yine cevap veremem. :) Gerçekten hepsi de harika.


     Tam bitti derken ustam gelip 'şimdi ben size bir çay ve tahinli gönderiyorum' dedi. İmkansız yiyemeyiz dedik ama yiyemezseniz paket yaparız dedi. Tahinli pidesi burada son olarak tatlı niyetine yeniyor. Görüntüsü katmere benziyor ama tat olarak baya farklı. Çayla birlikte kesinlikle tavsiyemdir. Pakete çok azı girebildi zaten :)



      Eminim bunlardan çok daha fazlası vardır bu ilçede. Ama eğer giderseniz bence bunlardan daha azını istemeyin. Tavsiyem bu şirin ilçedeki, pideyi sanat eserine dönüştüren bu güzel insanlarla tanışın. Misafirperver arkadaşlarımıza ve Ağırtaş Pide Salonu çalışanlarına çok teşekkür ederiz.

   
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.